29 Mart 2024

“Ulusal Egemenlik Makamının TBMM’de Olduğu” Gerçeğini Karartmak İçin , “Osmanlıcılığın” ve “Dinin”  Örtü Yapıldığı;    CUMHURİYET KARŞITLIĞI”NIN KÖKLERİ…

Anayasamızın 1’inci maddesinde  “Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir” ibaresinin konması; babadan oğula veraset yoluyla geçen bir devlet başkanlığının ihdasının ve padişah ve sultanda ifadesini bulan “tekçi yönetim” in son bulduğu ifade eder.

“Türk Devleti bir cumhuriyettir.” Denilirken Osmanlı Devletinin yıkılan “monarşik rejim”i hatırlanır. Bu rejim ki ,”1876 Kanunu Esasisi’nin 3’üncü maddesinde “Saltanatı Seniyei Osmaniye… sülalei âli Osmandan usulü kadimesi veçhile ekber evlada aittir” denilerek bir anlamda “devlet başkanlığının babadan oğula veraset”in adını kor.

Bizde “Cumhuriyet” bu anlamda saltanatın ve hilafetin ortadan kaldırılarak “Ulusal Egemenlik Makamının sadece T.B.M.M’de Olduğu” gerçeği üzerine oturtulduğu için “Cumhuriyet’ ile “demokrasi”yi neredeyse eşitleriz.

Buğun cumhuriyet nedir? Diye sorulduğunda bu yüzdendir ki; “halkın halk tarafından yönetildiği rejim”, “halkın yönetime katıldığı en iyi yönetim şeklidir” gibi yaygın yanıtlar alırız.

“Saltanat”ın yıkılmasıyla Cumhuriyet’in tamamen seçime bağlı bir “hükûmet şekli” haline gelişi, TBMM’de cisimleşen millî egemenliğin en iyi şekilde gerçekleştiği hükûmet şekli haline gelmesinin bizdeki serüveninin haklı olarak algısıdır ki;  “cumhuriyet”, “millî egemenlik” ile ve dolayısıyla “demokrasi”yle eş anlamlıdır.

Bu durum; tamamen hanedanlığa dayalı çökmekte olan bir Osmanlı devletinin enkazları içinde işgalci kuvvetlerin avucuna aldığı “İstanbul Sarayı’na karşı “millet egemenliğin”in ihsas edilip Ankara’da kurulan ve bizzat kurtuluş savaşını yöneten TBMM üzerinden yeni bir devletin kurulmasıyla alakalıdır

Buğün “1921 ve 1924 Anayasalarında devletin dini İslam’dı ve laiklik yoktu. Cumhuriyet fabrika ayarlarına geri dönsün. Anayasada İslam olsun”( 24 Temmuz 2021 günü  Ayasofya’nın baş imamı Prof. Dr. Mehmet Boynukalın’ın Tivitır’dan paylaşımı) diyenden,” “Anayasamız Kuran olsun” yollu seslere, bir çoğu eski Fetö bağlantılı kesimin “Yeniden Kuruluş Anayasası” yapacağız  demelerine ve hatta , “Keşke Yunan galip gelseydi, ne hilafet yıkılırdı, ne şeriat kaldırılırdı, ne medrese lağvedilirdi.”(Kadir Mısıroğlu) deyip te bazı kamu görevi yapanlardan rağbet görenlere kadar kurucu devlet yapımızla ilgili kaygı ile izlenen sıkıntılı süreçlerden geçiyoruz.

saltanat ve hatta hilafet özentilerinin harlanarak,  Cumhuriyet Devrimleri’nden uzaklaşmanın ortaya çıkarttığı kötü bir siyasal iklimin, yaratılmış olmasını ibretle izliyoruz.

 Ortadoğu’da, emperyalizmin oyun kurduğu din ve mezhep cilalı cellatlık kültürü, ülkemizin cumhuriyet aydınlığının çağdaşlığı üzerine büyük bir proje olarak dayatılıyor.

Türkiye, Ortaçağ değerlerini canlandıracak bu ülkelerin hiçbiri ile aynı benzer zeminde buluşamaz. Ortaçağ demek,  bitmek bilmeyen “din ve mezhep kavgaları” demektir. Din ve mezhep kavgaları”ndan en çok fayda sağlayan emperyalist güçler olmuştur. Laiklik bu anlamda sigortamızdır Hemen yanı başımızdaki “Arap baharı” ortadadır. Bu durumdan hep yararlandılar ve de yararlanmak için çalışacaklardır.

Cumhuriyet kuşakları Büyük Önder Mustafa Kemal’in Cumhuriyet aydınlanmasını can siper hane koruyamasak, ülkemizi olağanüstü zor günler bekliyor

Bizleri bağımsız bir millet olarak kurtuluş savaşımızdan Cumhuriyetimizin ilanına ve devamında cumhuriyet devrimlerine kadar taçlanan sürecin tarihsel akışı yeterli olarak kavranamazsa ülke olarak kazandığımız büyük değerlerin, din cilalı Fettullah Gülen Cemaati hain yapılanmasında görülebileceği gibi bin bir hokkabazlıklarla ve olmadık algı yönetimi gündemleriyle ortadan kaldırılması girişimleri karşısında “aldanma” ya da “duyarsız” lığın bedellerini çok daha ağır öderiz.

Dünyada eşine az rastlanır bir şekilde Hem “Kurtuluş Savaşı” mızı yönetmiş hem de “Türkiye Cumhuriyeti”ni kurmuş, “milli irade” ve “millet egemenliği”nin cisimleştiği   “Gazi Türkiye Büyük Millet Meclisi’mizin, etkinliğinin kuşa çevrilerek, “parlamenter sistem” den vazgeçilen süreçlerin vahimiyetini görmek için, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’mizin tarihsel deneyimlerine bakmak yeterlidir

Türkiye’nin parlamentosu; TBMM’si dünyadaki eşi görülmemiş çok ender meclislerin en başında gelir. Başka bir ülkede örneği görülmeyecek şekilde; Kurtuluş Savaşı‘mız bizzat Gazi Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde “Meclis”le birlikte yönetilmiştir. Türkiye‘nin bir “Cumhuriyet” olarak kuruluşu, yine “Yüce Meclis” in bir eseri olarak ortaya çıkmıştır.

Gerek kurtuluş savaşımızda, gerekse yeni devletimizin kuruluşunda eşi görülmemiş bir şekilde olağanüstü bir tarihsel rol üstlenen “yüce meclis” in şimdi etkisizleştirilmiş olması, ortak akıl ve millet egemenliği ile bağdaşmaz bir hal almıştır. Mevcut durum; yeni rejimin, görünür meşruiyetini kurtarmak adına Meclis’in yasama fonksiyonlarını yürüttüğü gibi bir görüntü vermektedir.. Zira Meclis‘in “yürütmeyi dengeleme”, “denetleme” ve hatta “millet adına bütçe yönetim hakkı” önemli ölçüde sınırlandırılmıştır.

Böyle olunca kurucu yapımızda, Cumhuriyetimizde yüce mecliste ifadesini bulan “millet egemenliği”, meclisin işlevlerinin daraltılmasıyla, otokratik bir yönetim anlayışına ve pratiğine doğru evrilmiştir.

İşte bu anlamda Buğun yaşatılmak istenen  süreç;  “sistem” değil “rejim” değişikliğine yol almaktadır.

Her şeye karşın TBMM; bu zorlu süreçlerde de ülkemiz için “parlamenter demokratik rejim” adına milletimizin tek umut ışığıdır.

Dönemin mevcut Osmanlı Sarayı. Hilafet ,Saltanat ,Ankara‘da savaşı yürüten “yeni Meclis”, kurulan “yeni Ankara TBMM Hükümeti”. Saltanatın Hilafetten ayrılması”, “Saltanatın ve giderek Halifeliğin kaldırılması”, “Cumhuriyetin İlanı”, “Cumhuriyet Devrimleri“, “1921,1924,1928 Anayasaları” süreçlerini sonuçta “yeni bir Türk Devleti’nin “Türkiye Cumhuriyeti”nin “Kuruluş”unu  hatırlamak o kadar önemli oldu ki….

Böylesi bir yanlış ve “kandırıcı algı operasyonları’na  karşı rahmetli Uğur Mumcu‘nun söylediği gibi  “Bilgi sahibi olmadan, fikir sahibi olunmaz”. diyerek, bir kısa “Cumhuriyet” gezintisi yapmakta yarar görüyorum.

♦♦♦

MECLİSİN AÇILIŞI; CUMHURİYETE TEMEL OLAN “ULUSAL EGEMENLİĞE” VE “HALK İRADESİNE” SAHNE 0LDU

 

23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılması ile yeni bir Türk devleti kurulmuş, TBMM ‘inde cisimleşen “Millet egemenliğine” dayalı ve demokratik bir yapıya sahip olması nedeniyle, bu devletin isminin “Cumhuriyet” olması da zorunlu hale gelmişti.

 “Hâkimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir” ilkesiyle açılan yeni “Meclis”; bir yanda kurtuluş savasının millet adına karargâhı olurken, diğer yandan da bir anlamda “saltanat”ın aksine, ”ulusal hâkimiyet” diyerek “saltanat İnisiyatifi”ni de, devre dışı bırakıyordu.

Artık “Milli Mücadele’yi, aynı anda “saltanat rejimi”nden büyük bir kopuşu da temsil eden Büyük Millet Meclisi yönetecekti.

..Ve bu Meclis; İstanbul’un sarayından bakıp yorumladıkları gibi kısa zamanda sönüp kaybolacak bir  sıradan bir meclis açılışı hiç olmayacaktı.

Büyük kurtarıcı Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde başlayan kurtuluş savaşımız, sadece işgalcileri kovmakla kalmamış, Ulusu, padişahlıkta ifadesini bulan saltanatın boyunduruğundan da kurtarmış, giderek cumhuriyet rejiminde ifadesi bulan millet egemenliği ve halk iradesininim tecellisini de gerçekleştirmiştir.

Osmanlı dönemi boyunca 1876 yılına kadar padişahlığın halk üzerindeki mutlak egemenliğinin sürdüğü “monarşi rejimi” içinde, bu tarihten sonra aydınlar arasında ilk defa ve tazminatla her ne kadar cumhuriyet telaffuz edilir olduysa da 1876-1878 ve de 1908-1918 dönemlerini kapsayan süreçler, “meşruti monarşi” den ileriye geçemez.

Milli egemenliğin ifadesi olarak ortaya çıkan meclis; İstanbul’un işgal edilip “Mebusan Meclisi ”‘nin dağıtılmasıyla “Büyük Millet Meclisi” adıyla 23 Nisan 1920‘de 390 kişiyle olağanüstü yetkilerle Ankara‘da toplandığında, bu Meclisin başkanı cumhuriyet yönetiminin ilanına kadar, aynı zamanda “hükûmet ve devlet başkanı” gibi hüviyet taşıyacaktı.

İşin aslı Daha Cumhuriyet ilan edilmeden çok öncesinde, Erzurum Kongresi’nin hemen ardından 23 Temmuz 1919’da yayınlanan bildiri de  “Ulusal Kuvvetleri etken ve ulusal iradeyi egemen kılmak esastır” denilmesi işlerin artık “ulusal egemenliğe” ve “halk iradesine” evirildiğinin somut örneğidir. Nitekim Ankara’da kurulan meclis Milli egemenliğin ifadesi olarak ortaya çıkmıştır.

2 Ekim 1923’te İtilâf Devletleri’nin askerleri İstanbul’dan ayrılmak zorunda kalırken hemen dört gün sonra 6 Ekim 1923 günü Türk ordusu İstanbul‘a giriyordu.  

Ankara’da çıkan Yeni Gün gazetesi, 9 Ekim 1923 günü, “Yakında Cumhuriyet ilân edilecektir” başlığı ile bir makale dikkatleri çekti..

28 Ekim’i,29 Ekim’e bağlayan gece Mustafa Kemal Paşa, yakın arkadaşlarıyla görüşerek, “Yarın Cumhuriyeti ilân edeceğiz” diyordu.

Aynı gece, İsmet Paşa ile birlikte 1921 Anayasası‘na bazı maddeler ekleyen ve bazılarım değiştiren kanun tasarısı üzerindeki hazırlıkların ardından,29 Ekim günü parti grubunda görüşe sunulan görüşülüp kabul edilen tasarı, aynı gün 29 Ekim 1923 saat 20.30’da Büyük Millet Meclisi tarafından da aynen benimsenip, “Yeni Türk Devleti”nin bir “Cumhuriyet” olduğu ilân ediliyor Gazi Mustafa Kemal Paşa, seçime katılan 158 milletvekilinin oy birliğiyle, Büyük Millet Meclisi’nce Cumhurbaşkanı seçiliyordu.

Cumhuriyet denilince bizde ilk akla gelen; tarihsel süreç içinde saltanatın, tarihin dehlizlerine atılmış olmasıdır.

SARAY HÜKÜMETİNİN; LOZAN KONFERANSINA DAVET EDİLMESİ TUZAĞI PARÇALANIYOR!

Saltanatın kaldırılması Lozan Konferansı için de bu anlamda hayati bir değer ifade ediyordu. Emperyalist güçler Konferansta Türk tarafı içinde görüş ayrılıklarından yararlanarak Sevr’le ilgili kazançlar elde etmek noktasında hayli hazırlık yapmışlardı. Bunun ilk işareti Lozan Konferansına Osmanlı yönetimini de davet ederek verilmişti.

Saltanat kaldırılmalı böylece Lozan’da, Kurtuluş Savaşında hiçbir katkısı bulunmayan Osmanlı yönetimi devre dışı bırakılmalı, emperyalistlerin “böl – yönet” oyunu boşa çıkartılmalıydı.

Saltanatın kaldırılmasını acilen zorunlu hale getiren en büyük olay; Türk Kurtuluş Savaşı’nın başarı ile sonuçlanmasından sonra toplanması öngörülen “Lozan Barış Konferansı”na Ankara ve İstanbul hükûmetlerinin birlikte davet edilmelereydi

Nitekim Kırşehir mebusu Hoca Müfit Efendi’nin ve birçoklarının karşı çıktığı bu olayın altında yatan ve Mustafa Kemal’i açık bir restleşmeye gösteren neden ciddiydi.

Saltanatın ortadan kaldırılması ve cumhuriyete evirilen sürecin tarihi koşulların da; kurtuluş savaşımıza düşmanca tutum takınan “Osmanlı Saray Hükümeti’nin, millet adına “Ankara Hükümeti” ile birlikte “Lozan’a çağrılması tuzağıydı

Sonuçta İngilizlerin oyunları boşa çıkartılmış, Osmanoğulları’nın saltanatına son verilmiş, başlangıçta Veliaht Abdülmecid şartlar ve koşullar gereği Halife seçilmiş, ama daha sonrasında Halifelikte ortadan kaldırılmıştır.

Burada en dikkat edilmesi gereken nokta Mustafa Kemal’in Osmanoğulları’nın elinden Padişahlığı alması ve böylece emperyalistlerin “böl -yönet” oyununu sahneye koymalarının engellenmesidir.

Bu durum aynı zamanda ulusal Kurtuluş Savaşı boyunca sürekli ihanet içinde bulunan Osmanlı Sarayı’nın “Kurtuluş Savaşı”ndan kendisine pay çıkarma çabalarının da bitimidir.

Nitekim Mustafa Kemal; Tevfik Paşa’nın son gayretlerine karşılık “İstanbul Hükümeti” tabiri bile kullanmadan “İstanbul’daki kurulun barış konferansına katılmaya hakkı yok” demekle de yetinmemiş, “İtilaf Devletleri” ne gönderdiği bir yazıda “Konferansta Osmanlı Hükümeti temsil edilirse kendilerinin katılmayacağını” açıkça bildirmiştir.

Kaldı ki bir başka yönden bakıldığında; Cumhuriyet’in ilan edilmesinin önündeki en büyük engel yine saltanattı.

“OSMANLI SALTANATININ ÇÖKME VE ORTADAN KALKMA TÖRENİNİN SON EVRESİ…”

 

Atatürk’ün kendi deyimiyle “Osmanlı egemenliğinin çökme ve ortadan kalkma töreninin son evresi” inde de Müfit Hoca üç komisyonun başkanıdır (Anayasa, Diyanet, Adalet) ve halifeliğin padişahlıktan ayrılamayacağını savunmaktadır. Nitekim Atatürk’ün düşüncelerine karşı sürekli isyan halinde olan birçok “Hoca” tayfası gibi Müfit Hoca da İkinci Mecliste saf dışı edilmiştir. (Müfit Hoca bu yüzden Atatürk’e kırgındır. Atatürk’ün Kırşehir’e ziyaretinde Kırşehir’de bulunduğu halde karşılamaya gelmemiş, eşini göndermekle yetinmiştir.)

Atatürk Nutkun ’da mecliste şiddetli tartışmaların yaşandığı ve Kırşehirli Müfit Hoca’nın açıktan hilafet ve saltanat yanlısı bir tutum la birlikte” Osmanlı saltanatının çökme ve ortadan kalkma töreninin son evresi” dediği gelişmeleri şöyle anlatır:

            “Baylar, Osmanlı İmparatorluğunun yıkıldığını, yeni bir Türk Devleti’nin doğduğunun, anayasa gereğince egemenlik haklarının Ulus’ta olduğunu belirten bir önerge düzenlendi. Seksenden çok arkadaşa imza ettirildi. Bu önergede benimde imzam vardır.

            Bu önerge okunduktan sonra sert bir biçimde karşıcıl durum alanların başında iki kişi göründü. Bunlardan biri Mersin milletvekili Albay Selahattin Bey’dir. İkincisi, İzmir’de asılan Ziya Hurşit’tir. Bunlar, padişahlığın kaldırılmaması görüşünde bulunduklarını açıkça belirtiler.

            Baylar, 31 Ekim 1922 günün meclis toplanmadı. O gün Mudafa-i Hukuk Grubu toplantısı oldu. Bu toplantıda, Osmanlı egemenliğinin kaldırılmasının zorunlu olduğu üzerinde konuştum. 1 Kasım 1922 günü, meclis toplantısında yine bu konu üzerinde uzun tartışmalar oldu. Mecliste de ayrıntılı bir konuşma yapmak gereğini duydum. İslam ve Türk tarihinden söz açarak, halifelikle padişahlığın ayrılabileceğini, ulusal egemenlik makamının T.B.M.M olabileceğini tarihsel olaylara dayanarak anlattım. Hülâgû’nun, Halife Mutasım’ı asıp yeryüzünde halifeliğe eylemli olarak son verdiğini, eğer 1517’de Mısır’ı ele geçiren Yavuz, orada halife sanını taşıyan bir sığıntıya önem vermeseydi, halifelik sanının zamanımıza dek sürüp gelmeyeceğini anlattım. Bundan sonra bu konuyla ilgili önergeler üç komisyona (Anayasa, Diyanet İşleri, Adalet Komisyonlarına) verildi. Bu üç komisyon üyelerinin bir araya gelerek bizim güttüğümüz amaca göre, sorunu çözümleyip sonuçlandırmaları elbette güçtü. Durumu kişisel olarak yakından izlemem gerekti.

            Üç komisyon bir odada toplandı. Başkanlığa Hoca Müfit Efendi seçildi. Sorunu görüşmeye başladılar. Diyanet İşleri Komisyonu üyesi olan hoca efendiler, herkesçe bilinen gösterişli kof sözlere (safsatalara) dayanarak halifeliğin padişahlıktan ayrılamayacağını savundular. Değersizliğini belirterek bu savları çürütmek için özgür düşünceli kimselerde ortaya çıkar görünmedi. Biz, çok kalabalık olan odanın bir köşesinde tartışmaları dinliyorduk. Bu biçim görüşmelerin istenilen sonuca varmasını beklemek boşunaydı. Bunu anladık. En sonunda Karma Komisyon Başkanlığı’ndan söz aldık. Önümdeki sıranın üstüne çıktım. Yüksek sesle şunları söyledim: ‘Efendiler dedim, egemenlik hiç kimsece, hiç kimseye, bilim gereğidir diye, görüşmeyle, tartışmayla verilmez. Egemenlik, güçle, erkle ve zorla alınır. Osmanoğulları, zorla Türk Ulusu’nun egemenliğine el koymuşlardır. Bu yolsuzluklarını altı yüz yıldan beri sürdürmüşlerdi. Şimdi de Türk Ulusu bu saldırganlara artık yeter diyerek ve bunlara karşı ayaklanıp egemenliğini eylemli olarak kendi eline almış bulunuyor. Bu bir olupbittidir. Söz konusu olan, Ulus’a egemenliğini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız, sorunu değildir. Sorun zaten olupbitti durumuna gelmiş bir gerçeği açıklamaktan başka bir şey değildir. Bu, ne olursa olsun, yapılacaktır. Burada toplananlar, sanırım ki uygun olur. Yoksa gerçek yine, yöntemine göre saptanacaktır, ama belki bir takım kafalar kesilecektir.’ (Söylev – Nutuk Ord. Prof. Dr. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu cilt 1-2 Çağdaş Yayınları 22. Basım sayfa 372-373-374)

Atatürk’ün bu tarihsel konuşmayı yaptığı meclis oturumunda Müfit Hoca (Kurutluoğlu) sözü geçen Karma Komisyonun Başkanıdır.

Hilafet ve saltanat yanlılarına karşı açık bir restleşmeyi kaçınılmaz görüp gündeme oturtan Atatürk’ün bu konuşmaları karşısında hocalar taifesi içinde derin bir panik başlamış, söz konusu yasa tasarısı çabucak yazılmış, aynı gün meclisin ikinci oturumunda okunmuş ve iş bitirilmiştir. Bu durum Atatürk deyimiyle “Osmanlı egemenliğinin çökme ve ortadan kalkma töreninin son evresidir.”

Böylece “Saltanatın Kaldırılması”; Meclis’in 1 Kasım 1922′de kabul ettiği 308 numaralı “Türkiye Büyük Millet Meclisinin, Hukuku Hâkimiyet ve Hükümraninin Mü­messili Hakikisi Olduğuna Dair” kararname ile gerçekleşmiş, Saltanatın kaldırılmasıyla beraber Osmanlı İmparatorluğu resmen sona ermiştir.

Nitekim bu Kararnamenin ilanından hemen sonra, Osmanlı hükûmeti; 4 Kasım’da sadrazam Tevfik Paşa başkanlığında ki son toplantısından sonra, istifasını padişaha sunmuştur.

1922’de “saltanat“ın ve 1924’te “hilafet”in kaldırılması, Atatürk’ün en yakın silah arkadaşları tarafından bile tepki görüp, muhalifleri artırsa da de rejimin bir toplum ve devlet oluşturmak için yapacağı devrimlerin önünü açtı

 

Son Osmanlı Padişahı Vahdettin İstanbul’u terk ediyor.

“TÜRKİYE DEVLETİ’NDE VE TÜRKİYE DEVLETİ’Nİ KURAN TÜRKİYE HALKINDA TÂCİDAR YOKTUR!”

 

Mustafa Kemal Paşa; Cumhuriyetin resmen ilanından önce Almanca olarak 2 Ekim 1923’te Viyana’da yayınlanan Neue Freie Press gazetesine yaptığı açıklama da;

“Anayasanın kapsadığı hükümlerden ilkinin egemenliğin millete ait olduğu, ikincisinin ise, halkın yalnız Büyük Millet Meclisi tarafından temsil edildiği” şeklinde vurgular yaparken,

“Yeni Türkiye Devleti’nin ruhu bünyanı hâkimiyet-i milliyedir. Milletin bilakayd-ü şart hâkimiyetidir… Türkiye Devleti’nde ve Türkiye Devleti’ni kuran Türkiye halkında tâcidar yoktur! Bütün cihan bilmelidir ki, artık bu devletin ve bu milletin başında hiçbir kuvvet yoktur, hiç bir makam yoktur. Yalnız bir kuvvet vardır. O da hâkimiyet-i milliyedir…”der.

 Mustafa Kemal Paşa özetle; Anayasanın kapsadığı hükümlerden ilkinin egemenliğin millete ait olduğu, ikincisinin ise, halkın yalnız Büyük Millet Meclisi tarafından temsil edildiğinin altını çizerken, “hâkimiyetin kayıtsız şartsız milletin olduğunu İdare şeklinin, halkın kendi kaderini kendisinin tayin edeceği temele dayandığına, devletin hükümet şeklinin “Cumhuriyet” olduğuna” net bir şekilde vurgu yapar.

Mustafa Kemal’de Cumhuriyetin ana teması; “ Milli Egemenlik” kavramıdır. Millî Mücadelenin de özünü ve ruhunu oluşturan ” Tam Bağımsızlık” ve “kayıtsız şartsız Millî hâkimiyet” ilkeleridir.

         TÜRK DEVRİMİNİN EN BÜYÜK ADIMI SALTANATIN KALDIRILMASIDIR.

Saltanat Hükûmeti’nin kendini halâ Türk ulusunun temsilcisi saymasına karşı bir tepki olarak meclis, 1 Kasım 1922′de aldığı kararla saltanatı kaldırmıştı ki; burada ilk karşımıza çıkan daha temelden bir “rejim” değişimidir

Devlet yönetiminde tek söz sahibi saltanatın lağvedilmesi karşılığında yerine Cumhuriyet’in konuşlanmasıdır ki, bir anlamda bu cumhuriyet; “tekçi sulta, saltanat Yönetimi’nden “Büyük Millet Meclisi”nde ifadesini bulacak olan, “Millet Egemenliği“ne evirilmenin ve egemenliği “tekçi saltanat” tan alınmasının en temel kavşak noktasıdır.

1 Kasım 1922… bu anlamda “Türk Devrim Tarihi’nin en önemli safhalarından biridir. Saltanatın kaldırılması ve padişahlığın tarihe gömülmesi, “Cumhuriyet”e giden yolda en büyük engelin aşılmasıdır.

Nitekim giderek cumhuriyetin ilanından sonra peş peşe gelen yeni devrim yasaları cumhuriyetin niteliğini daha da perçinleyecektir.

“CUMHURİYETTE SON SÖZ; MİLLET TARAFINDAN SEÇİLMİŞ MECLİSTEDİR.”

 

Mustafa Kemal bu düşüncesini bir başka platformda şöyle dillendirir:

“…Demokrasi prensibinin, en asri ve mantıki tatbikini temin eden hükümet şekli Cumhuriyettir… Cumhuriyette son söz, millet tarafından müntehap meclistedir. Millet namına her türlü kanunlar o yapar” 

1924 Anayasasında “Devletin şekli cumhuriyettir” ifadesiyle “Cumhuriyet devlet şekli olarak” kesin hüküm haline getirilir.

Bu hüküm sonraki tüm anayasalarda aynen korunmasının yanında, bu hükmün herhangi bir “Anayasa değişikliği ile değiştirilemeyeceği ve değiştirilmesinin dahi teklif edilemeyeceği” hükme bağlanır.

“BENİM İÇİN BİR YANDAŞLIK VARDIR. CUMHURİYET YANDAŞLIĞI.”

Egemenlik hakkının belli bir kişi veya aileye ait olduğu “monarşi” ve “oligarşi” kavramlarının tamda karşısında olan cumhuriyet rejimi Mustafa Kemal Atatürk’ün söylem ve demeçlerinde dahası, gençliğe hitabesinde sık sık geleceğe dair uyardığı ve dikkat çektiği ve hatta “emanet” ettiği bir husus olmuştur.

“Türk milletinin karakter ve adetlerine en uygun olan idare, cumhuriyet idaresidir. Diyen Atatürk ;“Bütün dünya bilsin ki, benim için bir yandaşlık vardır: Cumhuriyet yandaşlığı, düşünsel ve toplumsal devrim yandaşlığı. Bu noktada yeni Türkiye topluluğunda, bir bireyi bunun dışında düşünmek istemiyorum.” Der…

 29 EKİM 1923; 3 MART 1924’SÜZ DÜŞÜNÜLEMEZ! 

 

Cumhuriyet, 29 Ekim 1923‘te ilan edildiğinde “Cumhuriyet” in nitelikleri ve karakteri henüz açık ve net olarak ortaya çıkmamıştı.

“Cumhuriyetin İlanı”; Türk toplumunu çağdaşlaştırmayı amaçlayan diğer köklü devrimlerinde önünü açmıştı ama tek başına yeterli olamazdı.

Bu “Cumhuriyet“, bir “İslam Cumhuriyeti” de olabilirdi.
Adı “Cumhuriyet” olup da niteliği “gerici” olan bir “model” de olabilirdi.

Aynı bugünkü Bangladeş İslam Cumhuriyeti ya da İran İslam Cumhuriyeti gibi…

Nitekim 3 Mart‘ta kabul edilen 3 önemli “devrim yasası“, Türkiye Cumhuriyeti‘nin karakter, nitelik ve yapısını ortaya koymuştur.

Eğer 3 Mart 1924‘te gerçek devrim niteliğindeki yasalar kabul edilmeseydi, 29 Ekim 1923‘te kurulan Cumhuriyet sadece “biçim” den öteye gidemezdi.

  • “Halife” ligi kaldıran yasa,
  • “Şeriye ve Evkaf Bakanlığı”nı kaldıran yasa,
  • Eğitim ve öğretimi birleştiren “Tevhid-i Tedrisat” yasası.

Bu anlamda, 3 Mart 1924 Türk toplumunun “din devleti” düzeninden “Laik Cumhuriyet” düzenine geçişinin tarihidir.

Zaten  öncesinde  1921 Anayasasında, “Meclis Egemenliği Sistemi”nin esas alınmış olması da bir anlamda işleri kolaylaştırıcı etki yapmıştı. 1921 Anayasası olağanüstü yetkilere sahip olan I. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin (TBMM), yine olağanüstü koşullarda yürürlüğe koyduğu bir siyasal belge niteliğindeydi.  Ülkenin en yukarda Büyük Millet Meclisi ve aşağıya doğru il, ilçe ve köy meclisleri eliyle yönetilmesini öngörüyordu. 1921 Anayasasında Meclisin başkanı; hem Hükümet Başkanı hem de adı konmamış “Cumhurbaşkanı“ydı.

Esasen 20 Ocak 1921 ‘den 1 Kasım 1922 yılına kadar olan süreç, saltanatın kaldırılmasına kadar geçen süreç olduğundan bir anlamda çift anayasalı bir dönemdir de… Bu dönemde 1876 Anayasasının 1921 Anayasası ile çelişmeyen hükümleri de Ankara için geçerli sayılmıştır. Söz konusu dönemde bütün öncelik vatanın  kurtarılmasına verildiğinden anayasada “laiklik” vurgusu bile yapılmamış, dahası 29 Ekim 1923 tarihinde Cumhuriyetin ilan edilmesiyle sonuçlanan anayasa değişikliklerinin 2. maddesinde  “Türkiye Devletinin dini, Din-i İslâm’dır. Resmî lisanı Türkçedir.” denilmiştir. Söz konusu bu  düzenleme ile “Saltanatın kaldırılması” ve “Cumhuriyetin ilanı” ile kışkırtılacak ve gelişebilecek  muhtemel tepkilerin önlenmesi  amaçlanmıştır.

Kurtuluş savaşının kazanılmasının ardından Saltanatın kaldırılarak cumhuriyetin ilan edilmesi ve Ankara’nın başkent olması gibi köklü değişiklikler yeni ve kapsamlı bir anayasanın hazırlanmasını da zorunlu hale getirmiştir.

3 Mart 1924 tarihinde çıkarılan bir yasayla hilâfet kaldırılarak son halife yurt dışına çıkarıldı. Halifeliğin kaldırılışıyla Türkiye Cumhuriyeti, lâiklik yolunda büyük bir adım daha attı. Esasen Hilafetin, Anayasa’dan önce kaldırılmış bulunmasına, Anayasa’nın kendisinin de laik olmasına karşın, mevcut koşullar böyle bir kuralın Anayasa’da yer almasını gerektirmiştir.

“HALİFELİ CUMHURİYET” SÖZ KONUSU OLAMAZDI.

Millî egemenliğe dayalı bir rejimde, çağdaş ve lâik devlet kavramında “halifeli cumhuriyet” söz konusu olamazdı. Anayasa’da, 10 Nisan 1928’de yapılan bir değişiklikle “Türkiye Devleti’nin dini, din-i İslâmdır” maddesinin de kaldırılması, cumhurbaşkanı ve milletvekillerinin yemin şeklinin yeniden düzenlenmesi, lâiklik yolunda aşılan büyük gelişmeler oldu. Nihayet 5 Şubat 1937’de lâiklik, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkelerinden biri olarak yeni Anayasa’da “Türkiye Devleti, Cumhuriyetçi, Milliyetçi, Halkçı, Devletçi, Laik ve İnkılâpçıdır. Resmi Dili Türkçedir. Makarrı Ankara şehridir.” haline getirilmiştir.

Atatürk,1 Mart 1924‘te Meclis’i açış konuşmasında bu konudaki görüşlerini şöyle şöyle açıklar:

“İslam dinini, asırlardan beri alışılageldiği şekilde, bir politika aracı konumundan uzaklaştırmak ve yüceltmek gereğini görüyoruz. Kutsal ve dini inançlarımızı ve vicdani değerlerimizi, karanlık ve kararsız olan ve her türlü çıkar ve ihtiraslara giriş sahnesi olan politikalar ve politikanın bütün kısımlarından bir an önce kesin biçimde kurtarmak, milletin dünyevi (dünya ile ilgili) ve uhrevi (ahiret ile ilgili) mutluluğunun emrettiği bir zorunluluktur. Ancak bu suretle İslam dininin yüksekliği belirir.” (TBMM Tutanak, Devre II, Cilt VII, S. 3-6)

 

                                  ŞERİYE BAKANLIĞI

Şeriye ve Evkaf Bakanlığı kaldırılmasaydı benzer “fetva”ların yürürlüğü olurdu.

Şeriye ve Evkaf Vekâleti‘nin (Bakanlığı) kaldırılması ile “laiklik” ilkesinin son derece önemli bir temeli oluşturuldu.

Bu bakanlık, Osmanlı Devleti‘nde,  adına kısaca “şeriat” denilen “din” kurallarının uygulanmasına ilişkin son derece önemli bir makamdı.

Toplum yaşamına yön veren kurallar saltanatın kendine göre uydurup yorumladığı  “şeriata dayalı din kuralları” olduğu için dini hükümleri içeren yargılar, yani “fetva“lar bu bakanlıkça hazırlanıyordu.

Şeriatın devlet ve toplum yaşamında son sözü söylemesi nedeniyle de Şeriye Bakanlığı adeta “bütün bakanlıkların üzerinde bir ‘onay’ ve ‘otorite’ ye sahip” ti.

Oysa bu yasayla, devlette,; “topluma ait işlerle, din işleri birbirinden ayrıldı.”

Günlük yaşama ait tüm işlemlerin kendilerine göre evirip yorumladıkları şeriatın süzgecinden geçirilmesine de son verildi.

Şehzade Ertuğrul Osman Osmanoğlu:

“CUMHURİYET YÖNETİMİ OLMASI LAZIM. HER BİR TÜRK’ÜN ATATÜRK’E BORCU VARDIR. BENİMDE VARDIR…”

Şehzade Ertuğrul Osman Osmanoğlu

Osmanlı Hanedanı’ndan 11. Abdülhamid’in Torunu, Şehzade Ertuğrul Osman Osmanoğlu vefatından 10 yıl kadar önce New York’ta Güneri Civaoğlu’nun “Durum” programına konuk olmuş ve Civaoğlu’nun sorularına son derece çarpıcı yanıtlar vermişti.

 

 

 

Ertuğrul Osman Osmanoğlu; vefatından önce 1999’da New York’ta Güneri Civaoğlu’nun “Durum” programında…

 

1.Abdülhamid’in torunu olup, kendilerinin resmi hanedan defterine kayıtlı ,Ertuğrul Osman Efendi’nin 1999 yılında sağlığında kendisi ile yapılan röportajda Atatürk ve Cumhuriyet hakkında söyledikleri; Osmanoğulları hanedanı üzerinden “yeni Osmanlıcılık” oynayarak ülkede “cumhuriyet karşıtlığına yol vermek isteyenlere karşı ibret vericidir..

Abdülhamid’in torunu Ertuğrul Osman; Atatürk ve Cumhuriyet hakkında ki, bu röportajında,  “Atatürk’le ilgili olarak ne düşünüyorsunuz?” sorusuna” Her bir Türk’ün Atatürk’e borcu vardır. Benimde vardır. Bu memleketi kurtaran o’dur. O olmasaydı Allah bilir neler Olurdu ..” derken “Cumhuriyet ile ilgili ne düşünüyorsunuz?” sorusuna ise; Bence Türkiye’de Cumhuriyet yönetimi olması lazım. Karışıklık olduğu zaman birisi çıkıp idareyi ele alması lazım fakat hanedandan olamaz. Çünkü hanedanlar bizde de bitti. İngiliz Hanedanlığı bugün bir lüksten ibarettir. Hanedan mensupları orayı idare eden adamlar değil…”  demiştir.

Şehzade Osman Bayezid Efendi:

“ATATÜRK; TÜRKİYE’Yİ, ANADOLU’DA BİR AVUÇ TOPRAĞA SIKIŞTIRILMAKTAN KURTARDI.”

Osmanlı Padişahı Sultan Abdülmecid’in torunu Osman Bayezid Efendi.

 

Osmanlı Padişahı Sultan Abdülmecid’in torunu Şehzade Osman Bayezid Efendi’de “Atatürk ile ilgili ne düşündüğü” sorusuna şu yanıtı veriyordu: “O, Türkiye’yi, Anadolu’da bir avuç toprağa sıkıştırılmaktan kurtardı. Annemden Türkiye hakkında hiçbir zaman kötü bir şey duymadım. Türkiye’yi çok seviyordu, sürgün kalkınca Türkiye’ye döndü.” Diyecekti. ( Gazete Habertürk’de 02.08.2015 ‘de Cemil Özyurt tarafından yayınlanan yazı serisi… https://www.haberturk.com/yazi-dizisi/haber/1110263-osmanli-surseydi-iii-bayezid-olarak-tahta-oturacakti-bugun-hanedanin-44-reisi)

 

 

 

 

 

Adnan YILMAZ