19 Mart 2024

TÜRK VE DÜNYA ŞİİRİNİN UNUTULMAZ İSMİNİ,  NAZIM’I; TÜRK DİLİYLE ANMAK.

 

Türk ve dünya şiirinin unutulmaz ismi Nazım Hikmet Ran’, Türk Dili’ne katkılarıyla, Türkçeyi şiirlerinde bir oya gibi işlemesiyle de öne çıkar.

 “… Halifeliğin cehennemin yedi kat dibine yuvarlanmasından şapkanın giyilişine dek, bir devrim bakımından, atılan her adımda yürekleri parçalananlar oldu. Bir devrim gözüyle emperyalizmin denize dökülüşünden, temiz Türkçenin işlenmesine kadar yapılan sıçramaların ağrısını, gırtlaklarına sarılmış bir pençe gibi duyanlar vardır…”

Büyük Türk ve Dünya şairi Nazım Hikmet Ran daha 1934 de “dil devrimi ”ne ilişkin görüşlerini de içeren Cumhuriyet Devrimleri’ni böyle açıklar.

Nazım;

“Dilimizi yeni yeni işlemeye başladık. Osmanlı denen nesne Osmanlı İmparatorluğu ile beraber yıkıldı ve şimdi Türkçeyi işlemekle meşgulüz… Türkçe bir dönüm yerindedir. Er geç bu dönümü dönecektir. Dilimizin temizliğe, güneşli su gibi ışıklığa doğru akışının önüne geçilemez. (…) Dilimiz dibinin derinliklerini karıştırarak suyun yüzüne birçok sözler çıkardı. Ben, kendi payıma, ne yeni sözlerden korkuyorum, ne de birçoklarını yadırgıyorum… Dil yürüyor… Yürüyenin önünde durulmaz.” der..

“Dünyanın en iyi insanlarından olan Türk halkının ve dünyanın en güzel dillerinden biri ve belki de en başta gelenlerinden olan Türk dilinin yabancı diyarlarda tanınmasına vesile olabilmek, ömrümün en büyük sevinci ve şerefi olur.” der

“… Bir köylü toprağını ve öküzünü, bir marangoz tahtasını ve rendesini nasıl severse ben de Türk dilini öyle seviyorum” diyen Nazım, Adnan Menderes’e yazdığı bir şiirinde;

“Türküler söylendikçe Türk diliyle

Seni seviyorum gülüm, dendikçe Türk diliyle

Türk diliyle gülünüp

Türk diliyle ağıtlar yakıldıkça, Adnan Bey,

ben anılacağım,” der.

Nazım; Türk Dili’nin sözlerini değerli taşlara benzetirken, kendisini de bu değerli taşları dizen kuyumcu yamağına benzeterek şöyle der:

“…Ben bir kuyumcu yamağıyım. Bu aydınlık taşları birbirine çarparak işitilmemiş sesler çıkarmak istiyorum. Onları öyle bir dizeyim istiyorum ki, gözlerimiz en güzel bir türküyü dinler gibi olsunlar…”

 TÜRKÇE, YÜZYILLAR SÜREN BU BOYUNDURUKLA YOK OLUŞA GİDERKEN

Yüzyıllar boyu gerek Selcuklu’da gerekse  Osmanlı’da edebiyat dilinin Farsça, din dilinin Arapça olmasının sonucu dönemin egemenlerince avam dili görülerek horlanan Türkçe; yüzyıllar süren bu boyundurukla yok oluşa giderken bu karşı koyuşu her şeye karşın Yunus Emre, Aşık Paşa, Hacı Bektaş-ı Veli gibi büyük Türk Mutasavvıflarıyla ve Halk Ozanları aracılığıyla ve de halkın sözlü kültürüyle yaptılar.

İslamlığı, İran kanalıyla tanıyan ve yine bu kanaldan benimseyen Oğuzlar, başlangıçta yerleşik düzenin gerektirdiği İslami kurumlaşmayı İran damgasıyla benimsemiş yine Kaşgarlı Mahmut’un anlatımıyla “Farslarla düşüp kalkmaya başlayınca Türkçe kelimeleri unutup onun yerine Farsça kullanır olmuşlarıdır.”

Anadolu Selçuklu Sultanları, Türk boylarıyla Anadolu’da ilk Türk devletini kurmalarına karşın, İslamiyet’in etkisiyle Arapça ’ya, İran kültürünün etkisiyle Farsça’ya resmi dil gözüyle bakmışlar, kendi kavimlerinin dilini savsaklar duruma düşmüşlerdir.

SELÇUKLUDA HEM DE OSMANLIDA TÜRK DİLİ HİÇBİR ŞEKİLDE DEVLET VE MEDENİYET DİLİ OLAMAMIŞTIR

Karamanoğlu Mehmet Bey’in fermanı, bu duruma karşı Anadolu’da ilk eylemlik olmuştu. Esasen İslam’ın Asya’ya yayılması ve Türkler tarafından resmi din olarak belirlenmesi sonucu, Türkçe hem yazı dili hem de konuşma dili olarak ihmal edilmiş, bu coğrafyada Arapçanın Kuran dili, Acem’in zengin edebiyat dili, Türkçe’ye üstün gelmiştir.

Devlet adamlarının çeşitli çıkarlara dayanan zorlamaları da bunda etkili olmuştur.

Arapça ağırlığı dinsel kuralların icrası ve devlet işlerinin görülmesi noktasında kendisini ortaya koyarken, Farsça ise “Okumuşlar” sınıfının edebi zevklerini ve kaprislerini okşamıştır.

Din kurallarına, şeriata bağlılık derecesi arttıkça, Türk devletlerinde Arapçanın Türkçe ‘ye egemenliği de mutlak olmuştur.

Ord. Prof. Dr. A. Zeki Velidi Togan, “Türkçe ‘ye yüzyıllardır çeşitli kavimlerle temaslar sonucu pek çok yabancı sözlerin girdiğini, ancak bu yabancı kelimelerin İslam devrinde ve son zamanlarda şimdi gördüğümüz kadar geniş mikyasta tasallut ettiğinden” söz eder.

Anadolu Selçuklularında hem resmi dil, hem de Hükümdarlara ve ümeraya ithaf edilen eserlerin büyük çoğunluğu, Farsça olmuş, ama Türkçe kesinlikle kullanılmamıştır.

İster dinsel, ister edebi ya da bilimsel olsun aydınların dili Arapça ve Farsça olmuş, Türkçe ’ye düşünmeye yararı olmayan bir avam dili olarak bakılmıştır.

Mevlana Celaleddin Rumi, bütün büyük eserlerini Arapça ve Farsça yazmış, onun yerine geçen ve Mevlevi tarikatının manevi başı olan oğlu Sultan Velet (1226-1312) Farsça yazdığı metinlere biraz Türkçe eklemiş, dizelerindeki esinleri de İran şiirlerinden almıştır.

Sonuç olarak Arap ve İran medeniyetinin Türklere tesiri o kadar kuvvetli olmuştur ki; hem Selçukluda hem de Osmanlıda Türk dili hiçbir şekilde devlet ve medeniyet dili olamamıştır.

Türkçenin devlet ve medeniyet dili oluşu Cumhuriyet Devrimleriyle mümkün olmuştur. Vatandaşların çoğunluğunun anlayamadığı Arapça ve Farsça kökenli sözcük ve dilbilgisi kurallarından arındırılıp Türkçenin Türkiye Cumhuriyeti’nin ortak, ulusal dili olarak yazı ve konuşma dili haline getirilmesini amaçlayan Kurucu büyük önder Mustafa Kemal’in önderliğindeki, 12 Temmuz 1932 tarihli devrim, sonuçta merkezi zorlamalarla bile halka unutturulamayan bir ulusal dilin, yeni tipte bir ulus devletle resmileşmesinin ve geliştirilmesinin de adıdır.

Kaldı ki Türkçe bu devrimle doğmadı.

Tarihin binlerce yıl derinliklerinden geldi.

Esasen hiçbir yerde Arap-İran medeniyetine tamamen bağlı kalmış değildik.

Kendi dilimizi unutmak hiçbir yerde vuku bulmamakla birlikte. Arap ve İran medeniyetinin tesiri o kadar kuvvetli estiril ki, Türk dili hiçbir yerde devlet ve medeniyet dili olamadı.

ATATÜRK’ÜN “DİL DEVRİMİ’YLE DE BULUŞACAK OLAN TÜRKÇENİN İSTİKLAL MÜCADELESİ

İşte Âşık Paşa’nın Türkçenin horlanıp Arapçanın ilim, Farsçanın resmî dil ve edebiyat dili olduğu 13. Yüzyılda, Türkçeyi diriltircesine “Garîb-nâme ” ile ortaya çıktığı bu başkaldırı; şimdilerde zorlama “Osmanlıca” dayatmalarına inat, aynı zamanda Mustafa Kemal Atatürk’ün “Dil Devrimi’yle de buluşacak olan Türkçenin istiklal mücadelesidir.

Esasen İslam’ın Asya’ya yayılması ve Türkler tarafından resmi din olarak belirlenmesi sonucu, Türkçe hem yazı dili hem de konuşma dili olarak ihmal edilmiş, bu coğrafyada Arapçanın Kuran dili, Acem’in zengin edebiyat dili, Türkçe’ye üstün gelmiştir. Devlet adamlarının çeşitli çıkarlara dayanan zorlamaları da bunda etkili olmuştur.

Türkler, duygularını, düşüncelerini bu dille ifade ettiler ve oya gibi işlediler..

Osmanlı öncesi Anadolu’nun dil ve edebiyat kültürünün ve daha sonraki aşamalarında da devrin tek büyük şairi Yunus Emre, kendi zamanında sufiliğin edebi basmakalıp düşüncelerini ılımlı bir biçimde kullanmış, Moğol istilası döneminin halkta uyandırdığı derin duyguları, acıları, umutları dile getirmiş. Günlük yaşamın olayları içinde köylülerin çetin yaşamını ortaya koymuştur.

Yunus, gündelik konuşulan Türk dili ile halktan insanların dinleyip anlayabilecekleri şiirleri Türkiye’de bugün de hala anlaşılmakta olup, bu şiirleri, şöhretinden hiçbir şey yitirmemiştir. Türk edebiyatında çağdaşlarının eserleri, kimi aydınlardan başkasını ilgilendirmezken, Yunus’unkiler Türkiye’nin ulusal bilincinde yaşamakta ve halk arasında yüzyıllardır artan bir şöhretle efsanevi bir boyutta aşkla okunmaktadır.

Dede Korkut, Yunus Emre, Aşıkpaşa, Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan, Sait Faik, Nazım Hikmet, Aziz Nesin, Yaşar Kemal ve daha yüzlerce, binlerce büyük sanatçılar çıkardı bağrından.

ADNAN YILMAZ