19 Mart 2024

“UNESCO 2021 Anma ve Kutlama Yıl Dönümleri Programın da; HACI BEKTAŞ VELİ, YUNUS EMRE,AHİ EVRAN”

 

KIRŞEHİR İÇİN ÖZEL BİR DURUM ŞÖZKONUSU.

ÇÜNKÜ HACI BEKTAŞ’TA, YUNUS EMRE’DE AHİ EVRAN’DA; DÖNEMİN KIRŞEHİR COĞRAFYASINDA YAŞAM SÜRDÜRDÜLER. AYNI GELENEKTEN GELEN VE ANADOLUYU MAYALAYAN BU ÜÇ MUTASSAVVUF BİLGELERİMİZ BİRİBİRİNDEN AYRIŞTIRILMADAN ANILMALILAR.

Tarihsel kırılmalarla ve özellikle 1954’de yaşanan vilayetliğimizin elimizden alınması ve sonrasında 1957’de yeniden vilayet olmamızla kaybettiğimiz Hacıbektaş’la organize bir şekilde Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre ve Ahi Evran’ların şahsında, iyi bir zamanlamaya yayılmış, Halka ve tüm Anadolu’ya ve hatta tüm dünyaya dokunur etkinlikleri organize yetisini mutlaka var etmeli ve uygulamalıyız. Çünkü Hacı Bektaş’ta Yunus Emre’de Ahi Evran’da dönemin Kırşehir Coğrafyasında yaşam sürdürdüler..
Anadolu’ya hemen hemen aynı dönemlerde gelmiş ve o dönemin Kırşehir topraklarında yaşamış olan Hacı Bektaş Velî ile Ahi Evran’ı, her ikisi arasında gerçekleşen sıcak ve yakın ilişkinin kara gün dostluklarını ve hemen artlarında gelen ve Anadolu’nun aynı çalkantılı sürecinde aynı gelenekten beslenerek yaşadığı döneme ilişkin Türkçe şiirlileriyle kalplere ve gönüllere kazınan Yunus Emre’yi, ülkemizin teklifi ve UNESCO’nun kabulü ile 2021 yılı içinde birlikte anmak ve kutlamak daha doğru bir yaklaşım olsa gerek…

UNESCO(Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü )40. Genel Konferans kararıyla 2021 yılı için ülkemizin önerisi ile;

  • Azerbaycan, İran İslam Cumhuriyeti, Kuzey Makedonya ve Romanya’nın desteğiyle HACI BEKTAŞ VELİ’NİN VEFATININ 750. YIL DÖNÜMÜ 
  • Azerbaycan, Bosna-Hersek, Kuzey Makedonya ve Özbekistan’ın desteğiyle,YUNUS EMRE’NİN VEFATININ 700. YIL DÖNÜMÜ 
  • Kuzey Makedonya ve Romanya’nın desteğiyle İran ve Azerbaycan ile ortak dosya olarak AHİ EVRAN’IN DOĞUMUNUN 850. YIL DÖNÜMÜ UNESCO Anma ve Kutlama Yıl Dönümleri Programına alındı.

Böylelikle Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre ve Ahi Evran 2021 yılında tüm dünyada UNESCO ile ilişkili olarak çeşitli etkinliklerle anılacak olması, kökleri Türk Tarihinde saklı bu Mutasavvıf Türk Dervişlerini koşulları içinde doğru algılamak yönüyle son derece önemlidir.

Hemen tüm ciddi tarihçilerin ittifakla “Babailer”le bir şekilde et-tırnak ettiği bu Türkmen Şeyhlerinin düşün felsefesi sadece Osmanlının kuruluşuna ruh veren kökler olarak kalmamış, aynı zamanda Osmanlının yıkımıyla kurulan yeni tipte bir Türk devletine. Türkiye Cumhuriyetine de bir kültür-tarih kökü teşkil etmiştir.
Bu vesileyle Kırşehir’e büyük bir sorumluluk düşüyor.
Tarihsel kırılmalarla ve özellikle 1954’de yaşanan vilayetliğimizin elimizden alınması ve sonrasında 1957’de yeniden vilayet olmamızla kaybettiğimiz Hacıbektaş’la organize bir şekilde Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre ve Ahi Evran’ların şahsında, iyi bir zamanlamaya yayılmış, Halka ve tüm Anadolu’ya ve hatta tüm dünyaya dokunur etkinlikleri organize yetisini mutlaka var etmeli ve uygulamalıyız.
Anadolu’ya hemen hemen aynı dönemlerde gelmiş ve Kırşehir topraklarında yaşamış olan Hacı Bektaş Velî ile Ahi Evran’ı, her ikisi arasında gerçekleşen sıcak ve yakın ilişkinin kara gün dostluklarını, şüphesiz ki yaşadığı tarihsel ve kültürel koşullar içinde doğru anlayabiliriz.
Bu nedenle bu Mutasavvıf Türk Dervişlerini koşulları içinde doğru algılamak açısından Anadolu’da Babai hadisesinden başlayarak serpilip geliştikleri Anadolu coğrafyasının, Küçük Asya’nın Kır-Şehri’nde, Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre ve Ahi Evran’ı Aşık Paşa’yı, onun dedesi Baba İlyas’ı ve hatta Yunus Emre’yi de içine alan bir gezinti yapmakta yarar görüyorum.

 Adnan YILMAZ

****

“Kırşehir’in Malya Ovası’nda Türkmenler ’in kanlı bir biçimde kılıçtan geçirilmesi ile noktalanan Babai İsyanı, Türk tarihinin gelmiş geçmiş en büyük ayaklanmaları arasında yer alır. Ayaklanmanın nedenleri arasında, devleti kuran Türkmen tabakası ile, ona yabancılaşan bir yönetimle yandaşları arasındaki inanç ve çıkar çatışması yatar. Dinsel görünüm altında toplumsal ve ekonomik bulanımlar bu isyanda etkin rol oynar. Devlete egemen olanlar Anadolu halkına yabancılaşmıştır.

 BABAİ İSYANI VE KIRŞEHİR

 “Roma diyarında (Anadolu’dan) gelip toplanan 60 bin atlı, 6 bin Türkmen’den kurulu bu küçük kuvvete hücum edemediler. Bunun üzerine Sultanın hizmetinde bulunan bin Frenk atlı, hiddetle alevlenerek dişlerini gıcırdattılar ve yüzlerininin üzerine haç işareti yaparak bu sapık adamların üzerine hücum ettiler ve onları dağıttılar. Daha sonra Araplar’da bunlarla beraber hareket ederek Türkmenler’i çemberlediler ve hepsini kılıçtan geçirerek mahfettiler. Bunlardan erkek, çocuk, hayvan, velhasıl hiçbir şey kurtulamadı(Ebu’l Ferec)

Baba İlyas, Selçuklu iktidarının ekonomik ve siyasal düzensizliklerini tüm ayrıntılarıyla bilerek bunları ustaca kullanır. Halifelerini uzak bölgelere yayarak ciddi bir savaş hazırlığına girer. Kendisi Amasya yöresinde Orta Anadolu’yu denetlerken Malatya, Elbistan, Maraş ve Adıyaman başta olmak üzere Güney Doğu Anadolu’daki eylem alanının başına da Şam’da bulunan Baba İshak’ı getirir.

Babai İsyanının birbirinden yüzlerce kilometre uzakta iki güçlü kaynağı bulunmaktadır. Birincisi, topluluğun dini yönlendiricisi Baba İlyas’ın yerleşme alanı olan Amasya bölgesindedir. İkincisi, Baba İlyas’ın müridi Baba İshak’ın Türkmen hoşnutsuzluğunu yönlendirdiği Suriye-Türkiye sınır bölgesindedir.[1]

Baba İshak, Baba İlyas’tan aldığı talimatlarla Türkmenler’in sığır ve koyunlarını satarak silahlandırır.[2] Kimi tarihçilere göre 50 bin[3], kimilerine göre 60 bin askeri Türkmen gücü oluşmuştur.

Gıyaseddin Keyhüsrev’ın üzerine asker gönderdiği Baba İlyas Amasya Kalesi’ne sığınır.[4]

Aynı günlerde Amasya Kalesi’nin kuşatıldığını öğrenen Baba İshak, Baba Resul (Baba ilyas)dan gelen bir haberle 1240 yılı sonlarında Kuzey Suriye’de ayaklanmayı başlatır. Önlerine düşen tüm şehirleri zaptederek, Sümeysat, Kahta ve Adıyaman’ı ele geçirirler. Malatya valisini de bozguna uğratarak Sivas’ı ele geçirirler. Çepniler, Karamanlılar da bu isyanlara katılır. Tokat da Babailer’in eline geçer.

Bu savaşta kahramanlığı ile ün yapan Selçuk Sultanı’nın Malatya Subaşısı Muzaffereddin bile, ağır bir kayıp vererek bozguna uğrar. Malatya’ya tekrar dönerek Germiyanlar’ı ve Kürtler’i silahlandırıp muharebeye götürdüyse de yine de mağlup olur.[5]

Kuzey Suriye’de başlayan Türkmen yürüyüşü, bütün hızıyla sürerken Baba İlyas, Amasya’da Selçuklu askerlerince iyice kuşatılır. Kıstırıldığı Amasya Kalesi’nde öldürülür. Selçuklu Komutanı Armağan Şah, Baba İlyas’ın ölüsünü Amasya surlarına astırır. Armağan Şah’ın amacı, Baba İlyas’ın müridlerinin gözünde olduğu gibi insan üstü olmadığını göstermektir.

Baba İlyas’ın müridleri Baba İlyas’ın ölüsünü kaçırıp Ambarlı Evliya Tekkesine gömerler.[6]

Baba İlyas’ın öldürülmesinden kısa bir süre sonra, Baba İshak yönetimindeki Babalı güçleri Amasya’ya girerler. Türkmenler, şeyhlerinin öldürüldüğüne inanmayıp eski Şaman inancına göre onun gökten melekleri çağırmaya gittiğine inanarak bütün güçleriyle Selçuklu ordusuna saldırıp Selçuklu Komutanı Armağan Şah’ı öldürürler.[7]

Ordusunun yenildiğini duyan Selçuklu Sultanı, Erzurum’da sınırı beklemekle görevli ordusunu geri çağırır. Kürt, Gürcü, Frenk askerleri ile donattığı bu orduyu güçlendirir. İki ordu, 1240 yılı Kasım’ı başında Kırşehir Malya Ovası’nda[8] savaş düzenine girer. Babailerin dinsel gücünden ürken Müslüman askerler, savaştan çekinirler. Bu nedenle ilkin Frenk askerlerinin zırhlarına çarpıp dönerler. Frenk askerleri, ilk Türkmen saldırısını püskürtünce yüreklenen Müslüman askerler de savaşa girer. Selçuklu ordusu karşı saldırıya geçer. Aylardır yenilgi nedir bilmeyen Türkmenler şaşırmışlardır. Ebu’l Ferec, savaşı şöyle betimler:

“Roma diyarında (Anadolu’dan) gelip toplanan 60 bin atlı, 6 bin Türkmen’den kurulu bu küçük kuvvete hücum edemediler. Bunun üzerine Sultanın hizmetinde bulunan bin Frenk atlı, hiddetle alevlenerek dişlerini gıcırdattılar ve yüzlerinin üzerine haç işareti yaparak bu sapık adamların üzerine hücum ettiler ve onları dağıttılar. Daha sonra Araplar’ da bunlarla beraber hareket ederek Türkmenleri çemberlediler ve hepsini kılıçtan geçirerek mahvettiler. Bunlardan erkek, çocuk, hayvan, velhasıl hiçbir şey kurtulamadı.[9]

XII. ve XIII. yüzyılda tüm bilimlerin dinsel tabular içinde tutuklu olduğu hatırlandığında, sözü edilen dönemde her türden eylemliliğe girişen hemen bütün çevreler eylem ve istemlerine dinsel kalıp ve kılıflar geçirerek, işi halka sunmak durumunda kalmışlardır ki, Baba İlyas ve ardılları da böyle yapmıştır. [10]

Söz konusu isyanın oluşumunda en büyük rol üstlenen Baba İlyas, Anadolu’ya Horasan’dan gelmiş Amasya’ya yerleşerek büyük bir şeyh olmuş, dervişlerine de Babai denmiştir.[11]

XII-XIII. yüzyıl’da Erzurum, Malatya, Sivas ve Elbistan dolayları Türkmenler’ in toplu olarak yoğun yaşam sürdürdükleri bölgelerdir. Bunların önde gelen kimseleri Amasya’da bulunan Baba İlyas’ın müridi olmuşlardır.[12]

Amasya tarihi yazarı Hüseyin Hüsamettin;”Baba İlyas’ın “Tarikat-ı Babâiyye” adıyla şöhret olduğunu, İbik Baba, Behlül Baba ve Saltuk Baba’nın da halifeleri olarak Anadolu’da fevkalade şöhret kazandıklarını söylerken, İbik Baba’nın Amasya’daki Babai Tekkesinde şeyhliği sırasında, Mevlevi tarikatından Veliyyüddin Ahmet Dede’nin de ün kazandığını, ilk Mevlevihane’yi yaptırdığını ancak bu Mevlevihane’de Babai tarikatının usullerinin geçerli olduğunu belirtmekte, bunun nedeni olarak da Baba İlyas oğlu Muhlis Baba’nın oğlu Aşık Paşa’nın tekke şeyhliğini yapması” gösterilmektedir.[13]

Mevleviliğin, Türkmenler içinde Babai tarikatı usullerini yapmaya yönelmesi burada oldukça önemli bir hadisedir.

Babailik, şehirlerde oturan refah düzeyi yüksek sınıfları okşayan tarikat prensiplerini, sunnilikle uzlaştırma gayreti güderek siyasi otoritenin desteğini alan  Mevleviliğin aksine, Anadolu’da en geniş Türkmen kesimlerini etrafında toplamıştır.[14]

Sözü edilen dönemde eski Türk Şamanlarını hatırlatan “Baba” lakaplı Türkmen şeyhleri,  köylülerin ve göçebelerin manevi hayatlarının başlıca nazımı ve hakimi idiler.[15]

Kırşehir’in Malya Ovası’nda Türkmenler ’in kanlı bir biçimde kılıçtan geçirilmesi ile noktalanan Babai İsyanı, Türk tarihinin gelmiş geçmiş en büyük ayaklanmaları arasında yer alır. Ayaklanmanın nedenleri arasında, devleti kuran Türkmen tabakası ile, ona yabancılaşan ve giderek İranlılaşmış bir yönetimle yandaşları arasındaki inanç ve çıkar çatışması yatar. Dinsel görünüm altında toplumsal ve ekonomik bulanımlar bu isyanda etkin rol oynar. Devlete egemen olanlar Anadolu halkına yabancılaşmıştır.

“lgıt ılıgıt esen seher yelleri,

Bize mezar oldu Malya çölleri,

Soldu obamızın gonca gülleri,

Dağlar  bizim meskenimiz elimiz.”

Göçebe Türkmen kitlesi, önemli ölçüde yönetsel yapıdan uzaklaşır. Göçebelere siyasal önem verilmez. Ayaklanmayı yöneten Baba İlyas, bu durumu çok iyi kullanır. Göçebe geleneklerine uygun bir ortak mülkiyet düzeni savunulur.[16]

Kardeş geçimsizlikleri ile birbirini boğazlayan Anadolu Selçuk Hanedanlığının Acem-Arap kültür ve geleneklerine karşı çıkan, devlet yönetim inancını, Arap ve Acem dokusundan alan Selçuk beylerinin aksine, dönemin Anadolu’sunun geniş dokusu, Türk kavminin laik ve ulusal motifinin daha XIII. Yüzyıl’da çekirdeği olma özelliği taşıyordu.

İslam kaynakları ve Selçuklu yazarı İbn Bibi, Babailer’in lideri Baba Resul’u İslam muhitinde ileri gitmiş eski bir Türk Şamanı ve de kâfir olarak vasıflandırmıştır.[17]

Eski Selçuk ordusunun özünü oluşturan Türkmenlerin yerini, Selçukluların giderek zenginleşmesine bağlı olarak; Ermeni, Bizans,ve Araplardan  oluşan ücretli askerler almış, Türkmen boyları Anadolu’nun batısına doğru göçmeye başlamış, Brockelmann’ım deyimiyle Baba İshak olayı aslında ‘Dejenere olmuş emirlere karşı  ulusal bir tepki olarak gelişmiştir.’[18]

Babai İsyanının nasıl ve hangi sebeplere bağlı olarak ortaya çıktığına ilişkin devrin resmi tarihçileri; Babailer’in dini düşünüş ve yaşayışlarıyla ilgili olarak “Etrak-ı Bidin” (Dinsiz Türkler), “Babaiyan-ı Harici” (Harici Babailer), “Tabdukiyan-ı Mübahi” (Her kötülüğü geçerli sayan Tabduklular) gibi tezyif ve tahkir edici ifadeler kullanmışlardır.[19]

Selçuk Sultanı’nın ordusu ilerleyen Babailerle Kırşehir vilayetinin Malya sahrasında karşılaşmış, Sultan bu savaşta öncü kuvvet olarak Hristiyan askerlerini çıkarmış askerlerin başında Frenk kumandanı ve Gürcü oğlu (Fardayla) Şalva’nın oğlu Pherdavla da bulunmuştur. Osman Turan, İbn Bibi’nin bu kaydını Ebul Ferec’in Beayuais’in teyid ettiğini de belirtmekte, daha da önemlisi yazar, Süryani Ebul Frec’e göre “Selçuk Sultanının hizmetinde bulunan Frenk askerlerinin, asilere karşı hiddetlenerek dişlerini gıcırdattıklarını, Baba Resul’un maneviyatına karşı alınlarına haç işareti yapmadan savaşamadıklarını”  belirtmektedir.

Osman Turan’ın aktardığı kaynaklardaki bilgilerde 4.000 kişinin kılıçtan geçirildiği, nihayet 2-3 yaşındaki çocuklar dışında Türkmenler’den hiç kimseyi sağ bırakmayacak şekilde doğrandığına işaret edilmektedir.[20]Osman Turan, Ebul Ferec’in Süryanice eserinde “Amasya’da Selçuklu büyükleri tarafından yakalanan Baba’nın boğdurulduğunu”, Arapça Muhtasar’da da “asilerin son imhası sırasında (ki burası Kırşehir Malya Ovası’dır.) Baba ve İshak adlı iki şeyhin esir edilip boyunlarının vurulduğunu, Baba İshak’tan da Baba’nın Adıyaman’a gönderdiği müridi” şeklinde bahsedildiğini de aktarır.[21]

Ebul Frec’in anlatımına göre, Baba’ya pusu kurup boğmuşlar, bu haberi alan Türkmenler Baba İshak’ı aramışlar onu da bulamamışlar, ancak Baba’nın göklere çıkıp meleklerin yardımını getireceğine inanıp, savaşa devam etmişlerdir.[22]

Baba İlyas, Barhebraeus’a göre çatışırken, Simon de Saint Quentin’e göre yaralandıktan sonra, Selçuklu yazarı İbn Bibi’ye göre de asılarak öldürülmüştür.[23]

Babai ayaklanmasının ilk ve büyük kıvılcımının nasıl ateşlendiğini Baba İlyas’ın torunu ve Kırşehirli Aşık Paşa’nın oğlu Elvan Çelebi’ye dayanarak aktaran Ahmet Yaşar Ocak   “II. Gıyaseddin Keyhüsrev”in Amasya’da yerleşmiş bulunan Baba’nın gün geçtikce büyüyen ve çoğalan müritlerinden endişelenmeye başladığını, ortada bir çok dedikoduların dolaştığını, Sultanın köle kadının sözlerine kanarak kumandanlarına Çat köyünü basmalarını emrettiğini, bu sırada Selçuk askerlerinin üzerine geldiğini haber alan Baba İlyas’ın en yakın müridlerini de yanına alarak, köyü ve zaviyesini terkedip o zamanlar Harasna diye anılan Amasya Kalesi’ne sığındığını, bu arada şehinin başına gelenleri öğrenen İshak-ı Sâmî’nin (Baba İshak) isyanı başlattığını” söylemektedir.[24]

Burada adı geçen Çat köyünün şimdiki adının “İlyas” köyü olduğu bilinmektedir. Esasen Selçuklu kaynaklarına göre, Baba İlyas’ın  Sultan I. Alaaddin’le ilişkileri son derece sıcak olmuş, dahası sultan Alaaddin, Baba İlyas’a vaktiyle Kayseri kadılığını ve Amasya’da bir tekkenin şeyhliğini vermiştir. Babasını zehirleyerek sultan olan II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in babasının yakın dostlarına karşı sıcak olmayacağı da bir gerçektir. [25]

Babai İsyanı’na ilişkin bir kısım araştırmacılarca iddia edilen “Baba İshak’ın rum dönmesi olup, ayaklanmayı selçuk sultanına karşı Rumluğu geliştirmek amacıyla yaptığı” şeklindeki zorlama yaklaşımlara katılmak mümkün değildir. Bu noktada Kırşehir tarihi yazarı Cevat Hakkı Tarım’a hak vermek te gerekir. Nitekim Cevat Hakkı Tarım, “Kendisine Baba Resulillah dedirtecek, onları ateşe attıracak kadar kudret gösteren bir liderin Rumluğuna ihtimal verilemez. Eğer Baba İshak, Rum dönmesi olsaydı para ile tutulan askerlerin kendi tarafına döneceklerine de hiç şüphe yoktu” demektedir. [26]

Dönemin resmi Tarihçileriyle birlikte, dönemin dini zümreleri ve liderleri hakkında bigiler sunan Mevlevi yazarlar da Türkmenlere, Türkmen Babalara, Ahilere karşı olmuşlar, gerçeği yansıtmadıkları gibi tahrif etmişlerdir. Türkmenlerin hemen tüm hareketleri; harici, batini,ibahi,rafizi,ve hatta “dinsizlerin Devlete karşı isyanları ve başıbozuk huruç hareketi” olarak nitelendirilmiştir. Dönemin birer devlet memurları olan Tarihçilerin ve yine dönemin egemenleriyle kaynaşan Mevlevilerin Türkmen isyanları karşısında tarafsız olmaları da zaten beklenemez.[27]

Selçuklu Devleti’ni şiddetli bir şekilde sarsan ve Hükümdarını taç ve tahtından ümit kestirecek kadar korkutup, başkentten kaçıran büyük isyan bu şekilde sona erdi. Sultan, tehlikenin bertaraf edildiğinden emin olduktan sonra Konya’ya dönerek yeniden eğlenceli hayatına başladı.[28]

Babailer’le savaşmaya kimseler cesaret edemediğinden, Latinler Babai Türkmenleri’ni imha edince Sultan Gıyasettin Keyhüsrev, Latinleri 300 bin Florin altın vererek ödüllendirmiştir.[29]

Babai isyanlarına iştirak etmeleri nedeniyle Sultan II. Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından çok sayıda Ahiler de tutuklanmış, bu tutuklananlar arasında Ahi Evran da yer almıştır.[30]

Babai ayaklanmasının bastırılması Anadolu Türkmenleri’ni durdurmaya, onların söylemlerini unutturmaya yetmez. Baba İlyas müritlerinden Horasanlı Hacı Bektaş’ı Veli, kendi adını taşıyan tarikatı kurar.

Bektaşilikle ve daha öncesinde Babailikle barışık olmayan Mevlevi kaynakları bile “Horasanlı Hacı Bektaş, Anadolu’da zuhur eden ve taraftarlarınca Baba Resul Allah denilen Baba Resul’un Halifesi idi.” diyerek  Babailikten Bektaşiliğe uzanan sürecin, birbirlerinin ardılı olduklarını doğrular.[31]

Yine Baba İlyas’ın çeşitli kuşaklardan torunu olan tarihçi Aşıkpaşa oğlu (Aşıkpaşazade) Hacı Bektaş’a ilişkin olarak aktardığı bilgilerde şöyle der:

“Bu Hacı Bektaş, Horasan’dan kalktı. Bir kardeşi vardı Menteş derlerdi. Birlikte kalktılar. Anadolu’ya gelmeye heves ettiler. Evvela doğru Sivas’a geldiler. O zamanda Baba İlyas gelmiş, Anadolu’da oturur olmuştu. Meğer onu görmek isteğiyle gelmişler. Onun daha hikayesi çoktur. Bu Hacı Bektaş, kardeşiyle Sivas’a Sivas’tan da Baba İlyas’a geldiler. Oradan Kırşehir’e, Kırşehir’den Kayseri’ye geldiler. Menteş yine memleketine yöneldi. Hacı Bektaş, kardeşini Kayseri’den gönderdi. Vardı Sivas’a çıktı. Oraya varınca eceli yetişti. Onu şehit ettiler. Bunların hikayesi çoktur. Hepsini doğru haberle bilmişimdir. Hacı Bektaş, Kayseri’den Karahöyük’e geldi. Şimdi mezarı oradadır.”[32]

Hacı Bektaş’ın Anadolu’da muhtelif zümreleri birleştirmek ve “Kılıç artığı” Türkmenler ’ini etrafında toplayarak Babailer’e yeni bir istikamet kazandırmak amacı güttüğü, Babai İsyanının ardından uzun süre ortalıkta görünmediği, faaliyetlerine bir gizlilik kattığı hemen bütün tarihçilerin üzerinde birleştiği bir noktadır. Nitekim Hacıbektaş’ı-Veli’nin gizlice gelip yerleştiği Karacahöyük;Türkmenlerin büyük ölçüde kırıldığı Malya Ovası’nın güneyinde olup, felaketin yaşandığı bu Malya savaş alanına kuş uçuşu 30 km mesafededir.

Baba İlyas ailesinde Aşıkpaşazade’nin, yer yer Hacı Bektaş’a ilişkin ağır ithamlarda bulunması, Hacı Bektaş’ın önemini küçültmesi sebepsiz değildir. Çünkü o hayatında mahdut insanlar tarafından tanınmış, yetiştirmiş olduğu halifeler sayesinde sonradan şöhrete kavuşmuştur.[33]

Sözü edilen dönemde Hacı Bektaş’ın başlangıçta Türkmen kıyımının doruğuna ulaştığı 1240 yılından ve de sonrasında gelen Moğol istilasının vahşeti düşünüldüğünde, hem Selçuk sultanlığının, hem de Moğol istilasının hedefi haline gelen Hacı Bektaş’ın faaliyetlerine büyük bir gizlilik kattığını düşünmek hiç de hayal değildir.

Kanadı omzunda ki Selçuklu-Frenk yarası

Doru bir At gibi kardeşi Menteş’in acısı

Dağ doruklarına doğru şahlandı.

Başladı yumruklamaya göğsünü

Kırım, kıyım günlerinin Bektaş’ı [34]

Hacı Bektaş vilayetnamesine göre, Suluca Karahüyük köyüne Hacı Bektaş’la birlikte gelen ilk müritlerinin Çepni[35] olduğu öğreniliyor ki, bu Çepniler’in büyük kısmının niçin Kızılbaş olduğu böylece izah ediliyor. Bu Çepniler’in mühim bir kısmı herhalde 1240’taki Baba İshak Türkmenler ’inin isyanlarına katılmışlardır.[36]

Hacı Bektaş’ın, Babai İsyanının hemen ardından Kırşehir yöresini yerleşme alanı olarak seçmesi kesinlikle tesadüfi olmamıştır.

Kaldı ki, bu bölgeye Babailer ’den yalnızca Hacı Bektaş yerleşmemiş, yine onunla birlikte Baba İlyas’a bağlı olan Şeyh Edebali ve yine Baba İlyas’ın oğlu ve Aşık Paşa’nın babası olan Muhlis Paşa da Kırşehir yöresinde faaliyetlerini sürdürmeye başlamışlardır.

Bunlardan Şeyh Edebali zaviyesini önce Larende’de (Karaman) açmış, sonra onu Bilecik’e göçürtmüş, Baba İlyas oğlu Mühlis Paşa da Kırşehir’de faaliyet göstermiş, sonradan torunu Elvan Çelebi tekkesini Çorum Mecitözü’ne göçürtmüştür. Tüm bunlar Kırşehir ve çevresinde ciddi bir Babai Türkmen tabanı olduğunun da işaretleridir.

“Uçlara göçüştü bunalan Türkmen

Kırşehir, Baba İshak’a mezar

Moğol ordusuna yaylak.[37]

 

‘Kaçıncı kırımıydı Türkmen’in bilmem

Çok olmamıştı daha

Ot gibi biçeli Cengiz’in orduları…

Keyhüsref’in paralı Frenk askerleri

Türkmen otağının üstünden ,

Dört nala geçeli![38]

 

 MOĞOL İSTİLASI ALTINDA

 “ Moğollar’ın ev ev Ahi ve Türkmen aradıkları bu dönemde Ahi Evran’la Hacı Bektaş’ın dostluğu belkide bu kara günlerin anılarında gizliydi.”

 Arapların yeni Rum Sultanlığı olarak tanıdığı ve Roma İmparatorluğu’nun varisleri saydığı Anadolu Selçuklu Devleti, kudretinin doruğunda XIII. yüzyılın ilk yarısına kadar gelirken, Avrasya steplerinden kopup gelen Moğolların akınlarıyla sarsılıyordu.

Anadolu’nun, Türkler ’den önceki yerlileri Bizanslılar ’la da takviyeli Selçuklu ordusu Sivas’la Erzincan arasındaki Kösedağ’da ciddi bir şekilde savaşmadan ağır bir yenilgi alıyor (1243), Anadolu tümüyle Moğol istilası altına giriyor Selçuklu egemenliği de fiilen ortadan kalkıyordu.

KÖSEDAĞ

Kösedağ’da Selçuklu ordusunu savaşmadan kaçıran bu yağma, step sürülerine karşı Selçuklu Sultanı II. Gıyaseddin Keyhüsrev, Moğol Kumandanı Baycu ile temasa geçerek Moğol hakimiyetini yavaş yavaş kabul eden bir siyasetin içine girdi.[39]

Babai İsyanından üç yıl sonra 1243’te Selçuklu ülkesinin üzerine yürüyerek Anadolu’yu yakıp yıkan Moğol istilasını ortaya çıkaran koşullar, Selçuklu Devleti’nin kendi kimliğinin dışına çıkarak manevi moral açısından zayıflaması ile de yakından ilgilidir.

Kösedağ Savaşı ile başlayan Moğol istilası, Moğolların idareyi ellerine almasıyla devam etti. Selçuk Sultanları, Moğol istilası süresince bütün itibarlarını kaybettiler. Son Selçuklu Sultanı II. Gıyaseddin Mesut’un 1308’de Kayseri’de ölümü bile, Türkmenler için hiçbir heyecan uyandırmadı. Selçuklu Hükümdarları, Moğollara karşı Anadolu Türkmenlerini etrafında toplamak dirayetini bile gösteremezken Moğollara karşı mücadelede biricik unsur, Türk göçebe toplulukları, yani Türkmenler oldu. Kösedağ Savaşı’ndan sonra Selçuklular ciddi bir arazi kaybı yaşamasa da  , Moğolların ayak bastığı her yer harabeye dönmüş, ülke ağır vergiye bağlanmıştır,  .

Kösedağ Savaşı’ndan itibaren, sözde Selçuk Sultanlarının, şehzadelerinin birbiriyle mücadeleleri, Moğollara karşı

Köse Dağı (1243)

gelişen isyanlar, Moğolların intikam seferleri, mali sıkıntı, iktisadi çöküntü ve halkın perişanlığı manzarası içinde “Konya Sultanları gittikçe düşkünleştiler ve Moğolların uyrukları haline geldiler. Moğollar da onları Anadolu’nun mali sömürüsü açısından uygun bir araç olarak kullandılar.”[40]

Selçuk Devleti içinde sürekli çatışma hali yaratarak, hakemliği üstlenen Moğollar, bu yöntemle de memleketi soymak amacı taşımışlardır.[41]

Moğol istilası ile birlikte çökmekte olan Selçuk Devleti’nin yıkıntıları üzerinde Pervane Oğulları, Sâhip-ata oğulları, Menteşe oğulları, Karasi oğulları, Germiyan oğulları, Saruhan oğulları, Aydın oğulları, Hemit oğulları, Eşref oğulları, İnanç oğulları, Çandar oğulları, Karaman ve Osman oğulları gibi Anadolu Beylikleri fışkırdı.[42]

Her ne kadar Moğollar, Anadolu’ya bütünüyle hakimiyet sağladılarsa da sarp yerlerde yurt tutan Türkmenler, faaliyetlerine asla son vermediler.

Sivas’ın Zara kasabası simalindeki Kösedağ’da meydana gelen muharebede 80 bin kişilik[43] Selçuklu ordusu, savaşmadan dağılıp gitmiş.[44] Güçlükle kaçabilen Gıyaseddin Keyhüsrev, önce Tokat’a, sonra da Konya’ya gitmiş, önlerinde hiçbir engel kalmayan Baycu Noyan komutasındaki Moğol ordusu, Sivas önlerine geldiğinde Sivas kadısı bulunan Kırşehirli Necmettin[45] Moğol katliamını önlemek amacı ile Sivas’ın teslimini kabul etmiş buna rağmen Sivas üç gün yağmalanmıştır.[46]

Mikail Bayram’ın İbn Bibi’den aktardığı bilgilerde; Kayseri’nin surları içinde yeralan Debbağlar Çarşısı’ndaki Ahiler’le, Erciyes Dağı eteğindeki Battal Mescidi civarında pusu kuran Ahiler, Moğollara karşı ciddi bir müdafaa içerisine girmiştir.[47]

Moğollara karşı gelinemeyeceğini düşünen Kırşehirli kadı, şehrin ileri gelenlerini de yanına alarak pek çok mal ve hediye ile Moğolları karşılamıştır. Moğol Kumandanı Baycu Noyan, Kırşehirli kadının elindeki yarlığı alarak üç defa öpmüş, kadının isteklerini dinlemiş. Sivaslılar, böylece canlarını ve mallarını önemli ölçüde kurtarırken, şehir üç gün yağma edilmiş. Sultanın hazineleri, çarşı ve evlerdeki kıymetli eşyalar alınmış, muharebe aletleri ve silahlar yakılmış, Sivas surlarının bir kısmı da tahrip edilmiştir.[48]

Sivas’tan Kayseri’ye yürüyen Moğollar, Sivas’ın aksine Kayseri’de ciddi bir direnişle karşılaşmış. Kayseri halkı ve örgütlü Ahiler (Feteyân) bir kısım askerlerle birlikte direnmişlerdir.[49] Şehir surları dışında buldukları insanları öldüren Moğol ordusu; Kayserililer ’in kararlı direnişi ve taarruzuyla neredeyse ertesi yıl gelmek üzere dönmeye hazırlanırken, Kayseri idiş-başısı bulunan bir Ermeni’nin ihaneti ve verdiği bilgilerle muharebeyi şiddetlendirmişler ve sonuçta Kayseri’yi teslim almışlardır.[50]

Moğollar’ın ev ev Ahi ve Türkmen aradıkları bu dönemde Ahi Evran’la Hacı Bektaş’ın dostluğu belkide bu kara günlerin anılarında gizliydi.

Ahi Evran’ın 1240 Babai İşhanı’nda tutuklanıp, 1245’de salıverildiği düşünüldüğünde Moğollara karşı Kayseri savunmasında bulunmadığı anlaşılır. Ancak Ahi Evran’ın eşi ve Baciyan-ı Rum örgütünün başı Kadıncık Ana, Kayseri savunmasında bilfiil yer almıştır.

Kayseri’de Debbağlar Çarşısı’nın Ahileri topluca kılıçtan geçirilip kırılırken, Moğolların gelişine alkış tutan ve Konya’da eski görkemli yaşantısına devam eden Mevlana, gerek Moğollar, gerekse Anadolu’nun sömürüsünde araç haline getirilen Selçuklu sultanları üzerinde etkisini giderek artırmıştır.[51]

Kayseri  tarihinde görülmedik bir felaketi (kimi kaynaklara göre 10 binlerce insan ölmüştür.) yaşamış halkın, tüm serveti evleri yağmalanmış, gizli altınları çıkarmak için zenginler işkenceye çekilmiş ve bu ağır tahribattan sonra Azerbaycan’a yönelen Moğollar, Erzincan’da da benzeri yağma ve cinayetler yapmışlardır.

Babai İsyanı sırasında, Beyşehir gölünde bir adaya ya da Kubâd-âbâd’a kaçan II. Gıyaseddin Keyhüsrev, Moğol istilasında da kaçanların yine en başında olmuş önce Tokat ve Ankara’dan Antalya’ya gitmiş, burada da kendini güvenlikli görmeyince Menderes Havzası’na kaçmış, Moğollar ’la yapılan barıştan sonra Konya’ya dönmüştür. Bu sıralarda Kayseri’ye gelen II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in anası, cariye, hizmetçi ve hazinelerini yanına alarak, o da Kilikya’ya kaçmıştır.[52]

Anadolu’da Moğol yağması başladığında dehşet ve korkudan Halep ve Şama doğru göçler alıp yürümüş, çoğu zengin olan Anadolu muhacirleri yollarda Ermeni saldırılarına maruz kalmıştır.[53]

Küçük Asya’nın kapıları Moğollara açıldığında içeri giren çekik gözlü sert askerler Anadolu’nun altını üstüne getirmiş bu kargaşalı ortamda vezir Mühezzibüddin Ali yanına aldığı ileri gelen kişilerle birlikte Moğol General’i Baycu Noyan’a giderek Selçuklu Moğol egemenliğine girmesini yani “il” olmasını istemiştir. Vergi ödeme ve hizmet sunma şeklindeki bu anlaşma Moğolların Anadolu’ya ekonomik anlamda sömürgeleştirmeleri gibi ağır sonuçlar doğurmakla kalmamış, Moğollar siyasal anlamda “doğrudan yönetim” imkanı elde etmiştir. [54]

Selçuklu Veziri Mühezzibüddin Ali’nin, Moğollar’la yaptıkları barış girişimleri sonucunda Selçuklular, Moğollar’a yılda 360 bin dirhem gümüş para, 10 bin koyun, 1000 sığır, 1000 deve ödemeyi (Arap kaynaklarına göre) taahhüt etmişlerdir.[55]

13.yüzyılda bir ara Moğolların kışlağı da olan Kırşehir hem Moğol varlığına, hem de Selçukluların yanlış kültür politikalarına karşı Türkmen ayaklanmalarının ve direnişlerinin de adeta merkezi olmuştur.[56]

Anadolu Selçukluları, Moğol egemenliği altına girdikten sonra, Moğollar Anadolu’da para basan bir darphaneyi de Kırşehir’de kurmuşlardır.

Mehmet Önder, “Masameret-ül ahbar” adlı eserin yazarı Hamdullah Müstavfi’nin Kırşehir’in Moğol hazinelerine her yıl 57 bin dinar sağlayan önemli bir şehir olarak kaydettiğini duyurur.[57]

Gıyasettin Keyhüsrev’in babası Sultan I. Alaaddin Keykubat oğlu İzzettin Kılıçarslanı kendisine veliaht yaptığını ilan etmiş ve Selçuklu devlet adamlarına bunu kabul ettirmek için ant içirdiği bir şölen sırasında (30 Mayıs 1237) zehirlenip ölmüştür.[58]

Sultan I. Alaattin Keykubat’ın veliaht olarak  II. Gıyasettin Keyhüsrev’i değil, diğer oğlu İzzettin Kılıçarslan’ı tayin etmesi yüzünden II. Gıyasettin Keyhüsrev’in Babasının iradesine karşı gelerek tahta çıkmak için, Babasını zehirlettiği iddiaları hep sürmüştür. Nitekim Osman Turan’ın, Anonim Selçukname ve Kiragos tarafından “mübalağlı bir şekil almış olmakla birlikte” diyerek aktardığı bu iddiaya göre; Kösedağ yenilgisinin ve Kayseri yağmalamasının ardından “yolları ok ve kılıç üzerine olsa da, memleketi sulha kavuşturmak için kendilerine bir vazife düştüğünü, bunun için Allah’a sığınıp Moğol Baycu ile görüşmek gerektiğini düşünen ve görüşen vezir Mühezzibüddin Ali (ki bu vezir sonradan Kırşehir’de de etkili olacak Muiddiniddin Pervane’nin babasıdır.) Moğol komutanına Anadolu’da sayısız asker olduğunu, fakat II. Gıyasettin Keyhüsrev’e karşı babası Sultan Alaaddin’i zehirlediği için askerlerinin muharebeden yüz çevirdiğini, eğer Anadolu askerleri müttefik olursa onlara hiçbir ordunun mukavemet edemeyeceğini söylemiştir.”[59]

Nitekim Sultan Alaaddin Keykubat’ın 1237 yılında, oğlu II. Gıyasettin Keyhüsrev tarafından öldürülmesi üzerine, Ahiler’le Türkmenler bu Sultana karşı direnişe geçmişlerdir.[60]

Ahiliğin bütün Anadolu’da yayılmasına olanak tanıyan Sultan Alaaddin’in, oğlu II. Gıyaseddin tarafından öldürülmesine karşı bu sultana karşı direnişe geçen birçok Ahiler ve Türkmenler, bu sultan tarafından öldürtülmüş, Ahiler’in ileri gelenleri tutuklanmış, Ahi Evran da 1240-1245 tarihleri arasında Konya da tutuklu kalmıştır.

Sultan Gıyaseddin Keyhüsrev, rivayetlere göre kardeşleri İzzettin ile Rüknettini de öldürmüş, anneleri Adiliye Hatun’u da yayın kirişiyle boğdurulmak suretiyle öldürtmüştür.[61]

Kösedağ Muharebesi sırasında Selçuk ordusu büyük çoğunlukla Babai İsyanının bastırılmasında da görülebileceği gibi, “Sultan, divan ve emirlerin masraflarıyla ücretli askerlerden oluşuyor. Türkler hele de Türkmenler asalet ruhunun bir ifadesi olarak ücretli askerliği kendilerine yakıştırmıyor Sultana kul olmayı kabul etmiyorlardı. Böyle olunca da, Selçuk ordusunun çoğunluğu Türk ve Türkmenler ’den oluşmuyordu.”[62]

Moğollar’la yapılan bu barışın, Moğol hanı nezdinde teminat altına alınması gerektiğinden, Selçuk elçileri Batu Han’ın huzuruna hediyelerle çıkmışlar, bu elçilerden Şemşettin İsfahânî’ye Moğol Han’ı “Nizâm ül mülk Salâh” ünvanını vermiş barış da böylece garantilenmiştir.

Gıyaseddin Keyhüsrev, Şemşettin İsfahâni’ye Moğol hanı nezdindeki başarısından dolayı kendisine hem vezirlik vermiş , aynı anda da Kırşehir İktâh Emirliği ve Subaşılığını da vermiştir ki, bu zamana kadar böylesi bir imtiyaza hiçbir vezir sahip olmamıştır.[63]

Moğollar’la yaptığı barıştan dolayı Selçuk Sultanı Mühezzibiddin’in ölümünden sonra naip Semşettin İsfahâni’yi Kırşehir Valisi yaparak ödüllendirmiştir.[64]

Kırşehir İktân Emirliği ve Subaşılığı verilen Şemşettin İsfahâni’nin vezir tayin edilmesinde de Moğol Hakanı tek seçici olmuştur. II.Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından Altınordu’ya gönderilen naib Isfahanlı Şemsüddin, Nizamülmülk sıfatıyla, Anadolu’da hüküm yürütme yetkisini gösteren özel bir fermanla dönmüş,   bu yetkilerinin dışında, Kırşehir arazisi ve yörenin askeri komutanlığı da . Moğol hakanı Güyük Han tarafından aynı vezire bağışlanmıştır. Bu. Isfahanlı vezir Şemsüddin 1244-45 yılından itibaren iki yıl kadar Kırşehir’i adeta özel mülk edinmiştir. 1258’de de   aynı şekilde ödüllendirilmiş ve Kırşehir kendine bağlanmıştır. Zaten bu dönem  bir görev düşünenler,  önce İlhanlı ülkesine gitmekte, Selçuklu sarayına değil, İlhanlı hükümdarının huzuruna çıkmaktadır.

Sonradan bu vezirin bütün düzeni, Ahmet isminde bir Türk’ün başını çektiği ayaklanma ile bozulmuş, bu ayaklanmanın üzerine gönderilen subaşılar ve ücretli askerler, hücum etmekten korkmuşlar, çaresiz kalan vezir İsfahâni, kendi “Kapu halkı”nı yardıma yollamış, vezir İsfahâni’nin rakibi bulunan Ebubekir Attar da, bu durumdan istifade ederek Kırşehir’i de elinde tutan Vezir İsfahâni bu kargaşada öldürtülmüştür.[65]

Moğol felaketinden sonra Selçuk idaresini vezirlere bırakıp eğlenceli yaşamına çekilen ve sekiz buçuk yıl saltanat süren II. Gıyaseddin Keyhüsrev 1246’da öldüğünde geride üç evlat bırakır.

İzzettin Keykavus, onbir yaşında olup, annesi bir Grek papazının kızıdır. Rüknettin Kılıçarslan, Konyalı bir Türk kadınından olma ve dokuz yaşındadır. Alaaddin Keykubat’sa Gürcü prensesin oğlu olup, yedi yaşındadır.[66]

Moğol istilası altındaki Küçük Asya’da kardeşler arasındaki taht kavgasında Ahiler’le Mevlana arasında derin taraf tutma farklılıkları görünür. Ahiler’in İzzettin’i tutmalarına karşın Mevlana, IV. Kılıçarslan’ı desteklemiş ve Kılıçarslan, Moğol desteğiyle bu kardeş kavgasını kazanmıştır.

Bu Sultan çocuklarından Alaaddin Keykubat, sonradan lalası Hâdim Muslih vasıtasıyla zehirlenerek öldürülmüş.[67]II. İzzettin Keykavus 1279’da Kırım kıyılarında öldüğünde de Selçuklu tahtında Rüknettin Kılıçarslan tek başına kalmıştır.[68]

Moğol Hükümdarı Güyük Han’ın tahta çıkma törenine iç karışıklıkları bahane ederek kendisi gitmeyen İzzettin yerine kıymetli eşyalarla birlikte kardeşi Rüknettin Kılıçarslan’ı göndermiştir.[69]

Moğol egemenliği altında, Sultanın üç oğlu arasındaki taht kavgasından kimin galip geleceği noktasında Moğollar belirleyici olmuş, nitekim II. Alaattin Keykubat Moğol hanının huzuruna çıkarak halktan toplanan vergilerin arttırılması, ödenmeyen vergi borçlarının ödenmesi taahhüdünde bulunduğu için Moğollar’ın emriyle Selçuklu tahtına oturması istenmiş, yurda dönerken Erzurum’da kendisine verilen bir ziyafette yemeğine zehir katılarak öldürülmüştür (1257).

Gıyasettin Keyhüsrev’den geride sağ kalan iki oğlu II. İzzettin Keykavus ve IV. Kılıçarslan arasında, yer yer savaşa dönüşen taht kavgaları sürmüş, kardeşi Kılıçarslan’ı Burdur Kalesi’ne hapsettiren İzzettin, Moğol icazetiyle Selçuk tahtına geçmiş, hemen ardından da Selçuk ülkesine halktan toplanmak üzere yeni ve ağır vergiler salınmıştır.

Moğollar, daha sonra Selçuk ülkesini iki kardeş arasında paylaştırıyor “tut birini vur ötekine” yaklaşımı içinde, daha sonraları tıpkı Osmanlı Sultanlarının Dulkadirli beylik tahtı için kardeşlerin, hatta Baba, oğul, amca, yeğen çatıştırmasına benzer bir davranış sergilemiştir.

İzzettin Keykavus’un Burdur Kalesi’ne hapsettirdiği kardeşi Kılıçarslan, Moğol Noyan’ının da emriyle zorunlu ikametgahından alınarak, Selçuk tahtına çıkartılmış (1257), vezirliğine de Kırşehir ve bölge idaresi üzerinde hayli etkin olduğu gözlenen ve Kırşehirli Caca Bey’le de, Konya’da Mevlana’yla da sıkı ilişkiler içerisinde bulunan Muiniddin Pervane atanmıştır.

Vezir Muiniddin Pervane’nin, Mevlana ile, Caca Bey’le ve hatta Hacı Bektaş’la da farklı da olsa ilişkiler içinde olduğunu, Mevlevi menkibeleri[70]de doğrulamaktadır.

Anadolu’nun Moğol istilası süresince Moğol gölgesinde devam eden idareyi yıkmak noktasında Mevlana Celalettini Rûmî, hangi tarafı tutmuştur?

Konya ve civarında Karamanoğulları sürekli bir ayaklanma halindeyken Mevlana, Moğollara karşı nasıl bir tutum sergilemiştir?

Bu soruları, bugünün milliyet anlayışı içinde ele almak, ebetteki yanlıştır. Ama aslına bakılırsa, Mevlana’da bir milliyet aramak mümkün olmaz. Çünkü o kendisini “mana aleminin Sultanı” yapmak istemekte, maddi alemin Sultanı kim olursa olsun kendisine hürmet ettiği müddetçe taktir görmektedir. Mevlana bu yüzden bazen Moğolları, bazen de Moğollara karşı isyan halinde olan Türkleri tutuyordu. Mevlana kızdığı zaman Türkleri yerici ifadelerde bulunmaktan çekinmemişti. Kısaca Mevlana için, Türk veya Moğol değil, sadece kendisine inanan, tarikatını kurmak yolunda ona hizmet eden hora geçiyordu.[71]

Anadolu’da Moğol hakimiyetinin çökmekte olduğunu gören Olcayta Han’ın 1314’te Büyük Emir Çoban Bey’i Anadolu’ya gönderdiğinde, Emir Çoban bütün Tükmen beylerini huzura çağırmış, Karamanlılar huzura çıkmakta direnmiş Karaman üzerine yürüyerek Konya, Moğollar’ca ele geçirilmiş tam da bu sırada Mevlevi Ulu Arif Çelebi açıkca Moğol taraftarlığı yapmıştır. Bu gelişmeler üzerine Karaman beyi, Arif Çelebi’ye, “Komşu ve dost olduğun halde bizi değil yabancı olan Tatarları tutuyorsun?” dediğinde Arif Çelebi’nin yanıtı, “Biz derviş kimseleriz ve Allah’ın iradesiyle devlet kime tefhiz edilmiş ise ona bakar ve iktidarının yanında yer alırız” olmuştur. Ulu Arfi Çelebi’ye göre, “Allah memleketi Selçuklular’dan Cengiz Hanlılar’a ısmarlamıştır.”[72]

1243 Moğol istilası sonrası ahiler ezilirken, Mevleviler güçlenerek çıkmıştır.1261 yılında Ahi Evran’ın öldürülerek mallarına el konulup Mevlevilere verilmesi ve Kırşehir’in tamamen düşmesiyle birlikte ahîlerin en önemli iki merkezi Kayseri’den sonra Kırşehir’de yağmalanmıştır. Tamda böylesi koşullarda Moğol valisi Cacabey’i kendisine mürit eden Mevlana’nın Kırşehir’de Türkmenleri katleden ve Müslüman dahi olmayan Baycu Noyan hakkında ‘O Allah’ın evliyalarından birisidir’ demesi hiç de şaşırtıcı değildir.

 Gazan Han 1297’de Kırşehir de oturan ,fakat bağımsız hareket etmek isteyince,azlettiği Tugaçar Noyan yerine Emir Hırmancı’yı, Anadolu genel valisi ve komutanlığına getirmiştir.Emir Hırmancı, Taycu oğlu Baltu ile Samagar oğlu Arap’ın yardımıyla Tugaçar’ı yenmiş  ardından Kara Tatarlardan Abışka Noyan genel valiliğe yükseltilmiştir. Aynı yıllarda bu kez de, uç Türkmenleri ile arası iyi olan Batu isyanı   büyük çaplı olmuştur. Bu savaşın 1297’de Kırşehir Malya ovasında olmuş ardından Moğollar  Kırşehir’e girerek büyük tahribat yapmış, Baltu’nun kuvvetleri de uç bölgelere kaçmıştır.[73]

Konya’da Mevlana Celalettin’le son derece iyi ve karşılıklı çıkara dayalı ilişkiler kuran Pervane, bir defasında ortaya çıkan bir hadise nedeniyle ahaliyi cezalandıracakken, Konyalılar Mevlana’ya gelerek, Pervane’nin kendilerini affetmesi için aracılık yapmasını istemişler, Mevlana’da Pervaneye bir güzel şefaat mektubu yazmış yollamış, Pervane de bu mektubu gözlerine sürüp şehir ahalisine kurtuluş vermiştir.[74]

Prof. Dr. Yusuf Ziya Yörükan, Anadolu’nun Moğol istilası altındaki görüntüsünü ortaya koyarken “Türkmenler’in henüz Müslümanlıkta salâbet kazanmadıklarını, Şamanizm akide ve ayinlerine bağlı birçok Tatar uruğunun da ortada dolaşmaya başladığını, bir kısım Türk şeyhlerinin Tatar ve Oğuz boylarında gördükleri Şamanizm hallerini, Müslümanlığın cahiliye devri gibi algıladığını ve bu alışkanlıklarını Müslümanlıkla kaynaştırmak için müsahamalı yol tuttuklarını, onlarla kız alıp verdiklerini sihrî âyinler, içkili rakslar, deveranlar yaptıklarını, Moğollar’ın önünden Maveraünehir şeyhleri, Horasan erenleri, Harezm İran tarikatçılarının Türkmenler arasına karıştığını” söylemekte, Mevlevi tarikatının, Mevlana’nın müsamahakarlığı ve onun tercümanı sayılan torunu Ulu Arif Çelebi’nin Moğol taraftarlığını tutmasından bahsetmektedir.[75]

Hacı Bektaş’ı,  Kırşehir hakimi Nurettin Caca’ya “Kadıncık Ana”, dolayısıyla bir şikayet hadisesi de vardır.[76] Çepni beylerinden birinin karısı olan Kadıncık Ana’nın, Hacı Bektaş’la münasebetini öne sürerek, Kadıncık Ana’nın kaynı tarafından Kırşehir’de bulunan Nurettin Caca’ya şikayeti[77] akla Çepniler ile Hacı Bektaş ocağı ilişkisini kesmeye yönelik bir tertip olabileceğini de getirmektedir.

Birçok kaynaklarda, adı geçen Kadıncık Ana, Fatma Nuriye olup Kırşehirli Ahi Evran’ın eşidir. Ahi Evran, Caca Bey tarafından öldürülünce acıya ve baskıya dayanamayarak Sulucakaraöyük’e göçen Kadıncık Ana, Hacı Bektaş’a sığınmış, burada İdris’le evlenmiş, Vilayetname’ye göre; sonradan İdris’in kardeşi Sarı’nın, Hacı Bektaş’la Kadıncık Ana münasebetine ilişkin çıkarttığı dedikodu yüzünden bu hadisenin Caca Bey’e şikayeti söz konusu olmuş, bu olayla da Hacı Bektaş üzerindeki idari baskı daha da yoğunlaşmıştır. Yine Vilayetname’ye göre; Hacı Bektaş, kendisine gelen Caca Bey’e kızarak uzun bıyıklarını ve tırnaklarını göstermiş, ertesi gün tutuklanacağını söylemiş, dediği gibi de olmuş, Caca Bey zindandan çıkınca da bir uç’a (Eskişehir’e)Vali olarak atanmış.[78]

Hacı Bektaş ocağı, çok eski dönemlerde bir kısım Çepni oymaklarının bağlı olduğu bir ocak konumundadır. Ayrıca bu dönemde Babailer ’in ardılı olan Bektaşiler’in Mevlevilerle iki ayrı siyasi parti gibi bulunduğu ve Caca Bey’in Mevlana’yla ilişkilerinin çok iyi olduğu da hatırlanmalıdır.

Selçuklu sultanlarının atının üzengisini tutturan Mevlana, kendisine kesinlikle boyun eğmeyen ve ters düşen iki kırsal kesim önderine Hacı Bektaş’a ve Ahi Evran’a kızmaktadır. Nitekim Ahi Evran’ın, Mevlana’nın övgüler yağdırdığı yakın dostu Caca Bey tarafından ortadan kaldırılmış olması da akılda tutulmalıdır.

Prof.Dr Halil inalcık;”Selçuklu döneminde Konya’da hükümdara yakın okumuş zümre, Mevlevîliğe mensub oldukları halde, Kırşehir bir Türkmen merkezi olarak Yesevî halk tarikatlarının, özellikle Babaî geleneğinin merkeziydi. İlhanlı idaresi, Moğol valisi Cacaoğlu Nureddîn’i göndererek bu Türkmen ocağını kıyımla söndürdü, Abdal babaların tekke-zâviyeleri her büyük şehirde Mevlevîlere verildi. Babaîler, Danişmendli Türkmen yurdu Çorum-Tokat bölgesine sığındı. Oradan, Uc gazâ bölgesine halifelerini gönderdiler. Ede-Balı bunlardan biridir.” der.

Fuat Köprülü ‘Anadolu’da islâmiyet’ başlıklı eserinde‘Mevlevîler daha Celâleddîn-i Rûmî’den başlayarak Türkmen babalarına fenâ bir gözle bakmışlar, onları kendilerine rakîp görmüşler ve Moğol istilâsını müteakip onlara aleyhtâr bir vaziyette bulunmak için bir aralık Karamanlılara karşı bile Moğolların hâkimiyetini tercih etmişlerdir’ demektedir.

Yine Kırşehir tarih çalışmalarına özellikle yoğunlaşan  Prof. Dr. Mehmet Fatih Köksal; “Osman Gazi’nin kayınbabası Şeyh Edebalı’nın da aslında Kırşehir’in İnaç köyünden olup sonradan Kırıkkale Balışeyh’e yerleştiğine dair belgeler bugün elimizdedir.” diyerek  “Özellikle Hacı Bektaş, Şeyh Edebalı ve Ahi Evran’ın yakınlıklarına ilişkin kaynaklar peyderpey gün yüzüne çıkmakta” olduğuna dikkat çeker.

Moğol istilası altında Selçuklu egemenliğinin zayıflayıp, beyliklerin kuruluş halinde olduğu 75 yıllık dönemde, bir yanda Mevlevilik, diğer yanda Bektaşilik yegane hakim tarikatlar olmuşlar, kuvvet kazanarak toplumsal yaşamın bütün alanlarına ve de meslek örgütlerine girmişlerdir.[79]

Moğollar’ın Küçük Asya’da saltanat sürdüğü dönem, Selçuk hanedanının kim olacağı Moğol hanının buyruğuyla mümkün olabilmiş.[80]Bu anlamda Selçuk Sultanları bu istila süresince Moğol temsilcilerinin elinde oyuncak olmuştur. 1261 yılında II. İzzettin Keykavus, IV. Kılıçarslan tarafından Moğol yardımıyla tahttan atılmıştır.[81]

Sultan IV. Kılıçarslan, Moğollar’ın vergi toplayıcısı bir şahıs ile çatışınca, Pervane devlet adamlarını Kırşehir’de toplayarak Kırşehir Emiri Caca Bey ve İlhanlı yöneticileriyle birlikte Aksaray’a doğru hareket ederek, Sultan IV. Kılıçarslan’ı ortadan kaldırmıştır.[82]

1.Kılıçarslan’ın zehirlenmek süretiyle ölümünün ardından III. Gıyaseddin Keyhüsrev de küçük yaşta tahta çıkarılmış (1266-1284).[83]Vezirliğini de daha geniş yetkilerle Muiniddin Pervane yapmıştır.

Pervane’nin 1266’da Sinop’u alması, işgalci Moğol Hanı Abaga’yı sevindirirken, Sultan Rüknettin Kılıçarslan’la da Pervane’nin arasında ciddi bir soğukluk yaratmıştır. Nitekim Pervane, Sinop’un fethinden sonra bu şehrin kendisine verilmesini istemiş, Sultan Kılıçarslan, Pervane’nin giderek atalarının ülkesini elinden aldığını ve saltanatlarını hükümsüz kıldığını söyleyerek bu olayı kabullenmemiştir.

Moğolları denge tutarak Selçuk yönetiminin iplerini elinde tutan Pervane, Sultan Kılıçarslan’ın ufukta görünen ve Moğolların korkulu rüyası haline gelen Baybars’la ittifak içinde olduğunu Moğollara duyurmuş “kalesinden çıkarıp saltanat tahtına oturttuğum”dediği Sultan, nihayet bir çadırda yalnız bırakılmış şekilde ve de Selçuk hanedanı mensuplarının idamı usullerince eski Türk Şamanî inancınca, yayın kirişiyle boğdurularak öldürülmüştür (1266).[84]

Osman Turan’ın Baybars tarihinden aktardığı şu hadise bu konuda oldukça ilginçtir. Henüz çocuk yaşta olan III. Gıyasettin Keyhüsrev’in Moğol Hanı Abaga’nın “Baban eceliyle mi öldü yoksa öldürüldü mü?” sorusuna verdiği yanıt Pervane’nin korkusuyla “eceliyle öldü” olmuştur.[85]

Moğol Hanı, Gazan zamanında bütün Anadolu askeri, tümenlere göre dört bölüğe ayrılmış, umumi vali tek olduğu halde bölükleri dört divan azası kendi aralarında kurayla taksim ederek her biri bir bölüğün “Müstevfi”si olmuş, bunlardan Kırşehir’le  Niğde, ‘Cenup Bölüğü’ olarak anılmıştır.[86]

Bu dönem, genellikle bir zulüm dönemidir. Çok sık genel vali değiştirilmesi bile Anadolu’da ne büyük yolsuzlukların, zulmün yapıldığını, burada görev anlayışının; mal, mülk ve makam edinme üstüne kurulduğunu gösterir.

Cenup bölüğü vergilerini toplayan Müstevfi Şerefüddin Osman’ın Kırşehir’de yaptıklarını Aksarayi şöyle anlatıyor :

“Kırşehir bölgesine varınca verir, iftira, düşmanlık ve zulümle o bölgeyi, ‘yerlerini düz  ve kuru bir toprak haline getirecek, orada ne çukur ne tümsek göreceksin’ durumuna düşürdü . O bölgenin şeyhleri, zaviyeleri onun istekleri karşısında rehin bıraktılar vilayetin naibleri onun beratlarının istek ve taleplerinden deliye döndüler. Angarya ve ilave vergi yükünden hiçbir servet sahibinin sağ elinden sol eline verecek bir şeyi kalmadı.Merhametsizlikten halkın damarındaki ve iliğindeki kan çekildi…….”

Bu sözlerden, Caca Bey’in Kırşehir’deki büyük kıyımından sonra , bazı tekke ve zaviyelerin faaliyetlerini yürüttüğünü, şehirdeki az sayıda esnaf ve vakıf sahibinin de, vergi yükü altında inim inim inlediği anlaşılmaktadır.Vilayetnamede bahsedilen şenlikli şehirden eser kalmamıştır.

Moğol Hanı Gazan Han, Anadolu’da kukla Selçuk Sultanı bulundurmayı görev bilmiş, yerine geçen Olcaytu, Anadolu’yu kendi hakimiyetine katarken, Konya’da bulunan Selçuk şehzadeleri ile Simre’de bulunan Mesut şehzadelerine geçim vasıtası olmak üzere bazı yerler bağışlamakla yetinmiştir.[87]

Aynı dönemde Kırşehir’de bulunan Gülşehri, Felek-Name adlı eserinin iltimas bölümünde Gazan Han’ı methetmiş, onu İran destani hükümdarlarına benzetmiş ve hatta bütün yönleriyle onlardan üstün tutmuştur. Gülşehri, adı geçen eserinde Yunan filozoflarından Aristo ve Eflatun’dan akıl ve hikmetin sembolü diye söz ederken, Gazan Han’ı ilim ve hikmette bunlardan da üstün tutmuştur.[88]

Gülşehri, Felek-Name’de;

Yedi iklim padişahı Gazan Han,

Ki güneş, onun yüzünün gökyüzündeki aksinden ibarettir

Keykavus ve Cem gibi yüzbinlercesi,

Onun adamları arasında olmayıp ancak,

Onun hizmetçisinden başka birşeyler değildirler

Diyerek Selçuklu sultanlarını  Gazan Han’a karşı küçültmüş ve Moğol hanını mütemadiyen övmüştür. Gülşehri daha da ileri giderek kendisinin Moğol hanını övmekle “dillere destan olduğunu” belirtmekten geri kalmamış, “Onun doğuşu yüceliğin esasıdır, padişahlık onun kapısında köleliktir” demiştir.[89]

Ahmet Gülşehri’nin  Moğol taraftarlığı dönemin geleneksel “Ahiler-Moğollar” ilişkilerine tamamıyla ters bir yaklaşım olduğu ciddi anlamda düşündürücüdür.

Bu yüzden birçok araştırmacı Gülşehri’nin Mevlevi olabileceğini ya da Gzan Han’a yönelik övgülerine bakılırsa nufuz mücadelesinde Mevlevilerin  ve Moğol Hanının desteğini almak  böyle bir tutum içine girmiş olacağına dikkat çekmektedir. Çünkü  aynı dönemde Ahiler ’in varlıklarına el konulup, başlarına Mevlana’ya yakın şahısların getirildiği de bilinmektedir.

Şair Gülşehri’nin bu denli övgülerine mazhar olan Gazan Han, Anadolu’da Türkmen ayaklanmalarının başını çeken ve Babailer’ in bakiyeleri olan Karamanoğulları’na yönelik olarak “Ben düşmanı doğu ve batıda arıyorum. Halbuki o benim cübbemin altında bulunan Karamanoğulları’dır” demiştir.[90]

Küçük Asya’nın Moğol istilası altında bulunduğu dönemde, Pervane, Süleyman Sahip Ata ve Fahreddin Ali’nin de Moğolların emir ve destekleriyle Türkmenlere karşı mücadele ettiği, Kayseri, Konya, Kırşehir, Çankırı, Sivas, Tokat ve Aksaray’da Ahi-Türkmen isyanlarını bastırdığı, buralarda Ahilere ait tüm işyeri ve medreseleri Mevlana ve yakınlarına verdiği, Mevlana’ya bağlanmayı kabul eden Ahilere dokunulmadığı, direnenlerin öldürüldüğü bir süreçte Türkmen dervişlerinin büyük bir kesimi İç Anadolu’dan uçlara doğru göç etmek durumda kalmıştır.[91]

Ahilerle dönemin Sulatanları ve Mevlana arasındaki derin farklılığa bir örnek de Mevlana’nın mektuplarının tenkitleri ile ortaya konmuştur ki, söz konusu bir olayda Mevlana’nın dostu Hüsamü’d-Din Çelebi kendisi daha önce Ahi olduğu halde Ahi iken ‘Hanigah-i Ziya’ üzerinde hak idda etmiş bu Hanigahı Ahilerin elinden alamayınca, Mevlana’nın dolayısıyla Devletin yanında saf tutarak IV.  Kılıçarslan’ın iktidarı zamanında vezir tayin edilen  Tacü-d Din Mü’tez’in marifeti ile ve Devlet zoru ile bu hanigah Ahilerinin elinden alınıp Hüsamü-d-Din Çelebiye verilmiştir[92]

Ahi Evren’in ömrünün son yılarında kaleme aldığı bildirilen “Ağaz-u Encam” adlı eserinde bu duruma tepki göstererek “Bu zamanın kurt tiğnetli Sultanları kişilerin mallarına el koymaktalar.” Demiştir ki, bı ifadelerden, Devletin uygulamalarından Ahilerin mal ve mülklerinin ellerinden alınmakta olduğu anlaşılmaktadır.[93]

Bu uçlara göç etmek durumunda kalan Türkmen dervişlerinin önemli bir kesimi Osmanlı’nın kuruluşu sürecine katkı sağlamışlardır.

Caca’nın emirliği sırasında, Kırşehir ağır bir sarsıntı geçirmişi, kılıçtan kurtulanların Anadolu’nun batısında kurulmakta olan Beyliklere kaçmıştır. Nitekim Caca’nın harekatı sırasında kaçanlardan önemli bir Ahi’de,Şeyh Edebali’dir.

Anadolu’da işgalci olarak bulunan İlhanlı yöneticilerinin zaman zaman kendi hanlarına karşı ayaklanarak merkezi otoriteden bağımsız hareket etmeye başladıkları bir dönemde, İlhanlı komutanı Balcu Noyan, Anadolu’da başına buyruk davranmaya başlamış, bu gelişmeler üzerine Gazan Han, Anadolu’ya 30 bin kişilik bir ordu göndermiş (1296), Kırşehir’in Malya Ovası’ndaki büyük bir savaşta Balcu Noyan mağlup edilmiştir ki, bu süreçte de Kırşehir ve yöresi büyük bir yıkıma uğramıştır.[94]

“Ol zaman Kırşehri ulu şehri idi

Orta yerinden geçen hem nehridi

Onsekiz bin derler evi var idi

Burç-u baru çevresi hisar idi

Beği adı idi Nureddin Cece

Diyeyin anın ahvalin nice

Sancağı beği idi Kırşehri’nin

Padişahtan sancağı idi anın”

KIRŞEHİR BEYİ : CACA BEY

Prof. Dr. Halil İnalcık, Mevlana’nın müridi olan ve Kırşehir emaretine tayin olunan Caca Bey’in bölgede Moğol-Selçuk idaresine karşı olan Türkmenler ve isyan eden Kırşehir Ahiler’ini şiddetle kırıp geçirdiğini, Ahi Evran’ın da bu kırılıp öldürülenler arasında bulunduğunun tahmin edildiğini belirterek bu noktada Mikail Bayram’ın çağdaş kaynakları tenkit ederek vardığı sonucun kabule değer olduğunu belirtir

  KIRŞEHİR İL MERKEZİNDE YER ALAN, CACA BEY MEDRESESİ: 671 / M. 1272 yılında Anadolu Selçuklu Sultanı Kılıç Arslan’ın oğlu II. Gıyaseddin Keyhüsrev döneminde, Kırşehir Valisi Nureddin Cibril bin Cacabey tarafından yaptırılmış, diğer Anadolu Selçuklu medreseleri ile birlikte 2014 yılında UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesine dâhil edilmiştir.

Burada sözü edilen dönemde Moğol istilası altındaki Küçük Asya’nın Kırşehir Valiliği’ne Pervane tarafından atanan Nurettin Caca Bey’in 1272 yılında yaptırdığı Arapça ve Moğolca Vakfiyesinde[95] bazı Moğol Noyanlarının şahit olarak gösterildiğinin görülmesi, Caca Bey’in Moğol Noyanlarıyla kurduğu ilişkilere somut bir belgedir.

Dr. Phil. Ahmet Temir’in bildirdiğine göre Kırşehir Emiri Caca Bey’in Vakfiyelerinin birbirini tamamlayan üç nüshası bulunmakta bu nüshalarda, vakfın idaresine ait meselelerle, kendi arzularını ve sarfiyatla ilgili esasları, Arapça ve Moğolca vesikalara yazdırmış, bu vesikalarda bütün mal ve mülkü sayılmıştır.[96]

Caca Bey Vakfiyesinin Arapça el yazmasında geçen yer adları dönemin Kırşehir’ine ilişkin ciddi ip uçları vermektedir.[97]

İlhanlı Hükümdarı Geyhatû, Karaman, Eşref ve Menteş beylerine karşı tenkil hareketi yaptıktan sonra, Kılıçarslan’a ve Çobanoğlu Yavlak Arslan’a karşı da bir ordu sevk etmiş. Ordunun başında Sultan Mesut, kumandanlarıyla ve Moğol Noyanlarıyla birlikte Kastamonu üzerine yürümüştür ki bu Moğol Noyanları 1272 yılında Caca Bey’in yaptırdığı Arapça ve Moğolca Vakfiyenin[98] şahitleri arasında görülmektedir.

Moğol istilası altındaki 1277’ye kadar ağır bir şekilde süren inkişaflara rağmen büyük mimari abideler, camiler, medreseler, hastaneler ve özellikle kervansaraylar yapılmıştır.

Moğol istilası altındaki, İslami, dini ve felsefi fikir cereyanlarının gerilediği bu dönemde İlhanlılar devrinde ilim hareketleri adına tarih, coğrafya, tabiat ve tıp alanlarında da adımlar atılmıştır ki, bunlardan Uzakdoğu medeniyeti tesirinde ve İlhanlı hanlarının şahsi ilgileri sonucunda vücuda getirilenleri bir hayli orijinal olmuştur. Nitekim İlhanlılar, Maraga Rasathanesi’nde Ön Asya, Orta Asya ve Uzakdoğu alimlerinin ciddi etkilerini taşımışlardır.[99]

CACA-BEY MEDRESESİ:
 1909 M./ 1325 H. Ankara Salnamesinde Cacabey Medresesi ile ilgili anlatılan bölümde(s.258); “Burası edvarıSelçukiye ye ait bir medresei fünun harabesi olduğu halde, ahiren camii şerif haline ifrağ edilmiş, elsine-i umumiyede: Cace Bey camii diye maruf bulunmuş ise de binayı atikımezkûrun bir medrese olduğu kati’idir…”denilmektedir.

 

Dönemin Anadolu’sunda birer ihtisas medreseleri olan Konya, Kayseri, Çankırı, Sivas, Kütahya ve Kırşehir’de medreseler yapılmış bunlardan Konya’da Hukuk, Çankırı, Kayseri ve Sivas’ta tıp, Kütahya ve Kırşehir’de de astronomi dalında eğitim yapılmıştır.[100]

1271 yılında Güveyni ve Gök Medrese’nin yapımına Fahrettin Ali Sahip Ata tarafından başlanmış, bu dönemde benzeri işleri en fazla yapan Fahrettin Ali olmuş. Pervane ve alilesinin başka üyeleri de Amasya, Tokat, Merzifon, Kastamonu ve Sinop’ta camiler, medreseler, kervansaraylar yaptırmış daha az ünlü kimselerce yapılan yapılar arasında da Caca Bey’in Kırşehir’de yaptırdığı medrese önemlidir.[101]

Aktardığımız bir Mevlevi menkıbesinde (suyun kan oluşu) Caca Bey’in yakın dostu gösterilen Pervane, 1262 yılından itibaren Anadolu’da mutlak iktidar sahibi olmuş, boşalan yüksek makamlara yeni tayinler yapmış, Kırşehir valiliğine de Cacaoğlu Nurettin’i atamıştır.[102]

Prof. Dr. Halil İnalcık, Mevlana’nın müridi olan ve Kırşehir emaretine tayin olunan Caca Bey’in bölgede Moğol-Selçuk idaresine karşı olan Türkmenler ve isyan eden Kırşehir Ahiler’ini şiddetle kırıp geçirdiğini, Ahi Evran’ın da bu kırılıp öldürülenler arasında bulunduğunun tahmin edildiğini belirterek bu noktada Mikail Bayram’ın çağdaş kaynakları tenkit ederek vardığı sonucun kabule değer olduğunu belirtir.[103]

Mikail Bayram; Ahiler ’in elinde bulunan işyerlerinin, medrese ve zaviyelerin Mevlana’ya ve ona yakın kimselere verilmesi kararının alınması üzerine Kırşehir’de Ahi Evran ve yakınlarının direnişe geçtiklerini, Mevlana’nın müridi olan Caca Bey’in Kırşehir’deki bu isyanı bastırmaya memur edildiğini, sonuçta Ahi-Türkmen isyanının bastırıldığını ve Ahiler’ in kılıçtan geçirildiğini, o sırada 90 yaşında olan Ahi Evran’ın, babası ile arası açık olan Mevlana’nın oğlu Alaladdin Çelebi ile birlikte öldürüldüğünü ciddi kaynakların tenkitleriyle birlikte ortaya kor.[104]

 

Dönemin Tarihçilerinin ve yazarlarının Ahi Evran’ın adını zikretmekten kaçındığına ve bunlardan birinin de Aksaraylı Kerimüddin Mahmut olduğuna işaret eden Mikail Bayram bu Aksaray’lı tarihçinin ‘Müsemeretu’l-ahbar’ adlı eserinde Ahi Evran  Şeyh Nasirüd-Din Mahmut ve Mevlana’nın oğlu Alaaddin Çelebinin öldürüldükleri olayı isimler zikretmeden şöyle anlattığını nakleder:

_’Kırşehir emirliği Nureddin Caca’ya verildi. Ordu ile onun üzerine geldi. Bir süre muhasara edildi onu kaleden söküp attılar. Hariciler  ki(Türkmenler) ona uymuşlardı. Kamilen öldürüldüler.[105]

Ahi Evran’ın şehit edilmesini Baki Yaşa Altınok “Keramatı Hünkar Hacı Baktaş-ı Veli” adlı Osmanlıca yazma eserden aktarır:

”Ahi Evran padişah Kayseri’den debbağdı. Ulu Alaeddin onu Konya’ya davet eyledi. Sadeddin Konevi ilen muhabbeti ziyade idi. Takim onu Denizli’ye gönderdiler. Hacı Bekdeş kim Sulucaöyüğe gelince, o da Kırşehri’ne ge/di. Çokca debbağlık yaptı. Tatar muhalifi olup savaşkan idi. Fütüvvet erbabımn serveridir. Bu yüzden şehitlik şerbetin içti. Hünkar ile müsafahası, keramatı çokdurur. [106]

Ahi Evren‘in öldürüşüyle ilgili olarak Halil İnalcık şöyle der:

“Nasireddîn Evren (Evran), 13. yüzyıl başlarında Bagdad’dan Anadolu’ya gelen bir grup ulema ve sûfî arasında idi. Bu âlimler, fütüvvet erbabının dostu I. Alâeddin Keykubad’ın (1221-1237) himayesi altında idiler. Oğlu II. Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından zehirlenen Alâeddin’den sonra Nasireddîn hapse atıldı. Şehirde en kalabalık işçi grubu debbagların şeyhi olan Nasireddîn’in Babaîlerle ve Türkmenlerle yakınlığı vardı. Ahî Evren tasavvuf ve felsefe üzerinde eserleri olan bir âlimdir. Asıl adı Hoylu Şeyh Nasireddîn Mahmud’dur. Hocası ve kayınpederi fütüvvet akımının büyük şeyhi ünlü sufî Evhadü’d-dîn Kirmânî’dir. Kirmanî’nin Anadolu’da birçok şehirde halifeleri ve zâviyeleri vardı. Moğollarla işbirliği yapan ve Fars kültürüne tutkun Selçuklu seçkin sınıfına hitap eden Celâleddin Rumî ile halk adamı Türkmen merkezi Kırşehirli Ahî Evren arasında düşmanlık vardı. Bu düşmanlık Mevlanâ Celâleddin’in şeyhi Şems-i Tebrizî’nin katliyle (1247) ilişkilidir. Nasireddîn’in ahîleri, Moğollarla mücadeleye giren II. İzzeddin Keykâvus’u destekliyorlardı, Keykâvus 1254’te Kırşehir’e gitti. Moğol kuvvetleri onu yenilgiye uğrattılar (Sultan Hanı Savaşı, 1256). Anadolu’da isyanı bastırmaya çalışan Moğolların soykırımından Nasireddîn de kurtulamadı. Onun, Kırşehir emirliğine atanan Mevlevi Cacaoğlu Nureddîn Bey’in şehirde yaptığı katliamda hayatını kaybettiği (1261) anlaşılmaktadır.”(Bakınız (Prof. Dr. Halil İnalcık Osmanlı Tarihinde İslâmiyet ve Devlet. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2016 Sayfa 47)

Vezir Pervane, Kırşehir Emiri Cacaoğlu,Şems, Mevlana, Mevlana oğlu Alaaddin Çelebi ve Ahi evran ilişkilerinin boyutunu aydınlatmak döneminin Kırşehri’nin Sosyal siyasal tarihinin aydınlatılmasıyla atbaşı gibidir.

Şems’in Konya’ya Mevlana’nın yanına gelmiş olmasıyla birlikte, bir çok şey değişmiştir. Mevlana’nın babasıyla birlikte Belh’den gelmiş olan eski halis müritlerinin ve de Mevlana’yı “hakkın öncüsü gerçek Şeyh, zamanın kutbu” olarak görenlerin bu inancı ciddi anlamda sarsılmaya başlamıştır.

Bir çok Kaynaklara göre; Mevlana, Şems’le birlikte olduktan sonra öğretimi ve vaaz etmeyi bırakıp sema ve raksa başlamış, sırtına Hint alacasından hırka, başına da bal renginde yünden külah giyerek gece gündüz kendi aleminin içine girmişti. Konya halkı bu duruma karşı sokurdanmaya başlamış, Şems’e karşı da ciddi düşmanlıklar gelişmiştir. Çoğu eski müritler Mevlana’ya ‘Deli’ Şems’e de ‘cadı’ demeye başlamıştır.

İşte bu süreçtir ki, Mevlana’nın oğlu Alaaddin,  babası Mevlana’nın düşmanlarıyla iş birliği yapmış, bir çokları Şems’in ölümünden Mevlana’nın oğlu Alaaddin’i de sorumlu tutmuştu.

Mevlana, Şems yüzünden bütün akrabalarına bile yabancı olduğunu zikrettiği bir gazelinde şöyle demiştir:

‘Senin canını kendi canım gibi gördüm, senin  hatırın için bütün akrabalarıma yabancı oldum’[107]

Mevlana’nın oğlu Alâeddin’in, Şems’in öldürülmesiyle ilgili iddialarda kaynaklar genellikle Eflaki’nin rivayetlerine dayanır. Mevlana’nın bir diğer oğlu Veled, ipdidanme’sinde bu görüşe muhaliftir. Veled’e göre Şems alıp başını gitmiş giderken de ‘bu sefer öyle bir gideceğim ki benim nerde olduğumu kimse bilmeyecek… Herhal de  onu birisi öldürmüş diyecekler.’ Demiştir kendisine…

Şems’in öldürüldüğü iddialarının tarihi 1247’dir. Bu hadiseden sonra suçlanan Mevlana’nın oğlu Alaaddin Çelebi Kırşehir’e gelip yerleşmiştir.

Bir çok araştırmacı, yine bir çok ciddi kaynakların tenkidi ile, Şems’in öldürülmesinde Ahi Evran’ın parmağının bulunduğunu, belki de Ahi Evran tarafından öldürüldüğünü belirtir.

Burada Mevlana’nın oğlu Alaaddin Çelebi ile Ahi Evran arasında bir yakınlık aşikardır.

1261 yılında Mevlana’nın oğlu Alaaddin Çelebi ile Ahi Evran, Kırşehir emiri Nureddin Caca tarafından öldürülmüşlerdir.[108]

Dönemin Küçük Asya’sında ve özelikle de Konya- Kırşehir hattında Caca oğlu Nureddin, Mevlana bir cephe Ahi Evran Hacı Bektaş ve Türkmenler bir başka cephedir.

Caca Bey vakfiyesinde 8 mahalle olarak gösterilen Kırşehir , bu dönemden   önce büyük göç vermiştir. Kırşehir yöresindeki konar göçer Türkmenler, ilk sarsıntıyı Malya Savaşı ile, şehir merkezinde de   1261 olaylarında yaşamıştır.

Cacaoğlu Nurettin’in, Mevlana Celaleddin ile münasebetleri oldukça sıkıdır. Nitekim Cacaoğlu’nun yakın ilişkide olduğu Pervane’ye de, ziyaretlerinde kusur işlemediğini, öğütlerinden yararlandığını ve hatta Mevlana’nın mektuplarında da övgüyle bahsederek “Kutlu Uluğ Pervane, Uluğ Pervane, Pervane-i A’zam”diyerek hitap ettiğini Osman Turan aktarmaktadır.[109]

Cacabey’i tanıtırken “Pervane’nin Yar-Gar’ı ve naibi, Kırşehir vilayetinin emiri ve Mevlâna’nın halis müridi” diyen, Konya’da Mevlânâ’nın oğlu Ulu Ârif Çelebi’ye intisap ederek ölümüne kadar yanından ayrılmayan, Mevlânâ ve Mevlevî tarikatı hakkında en geniş bilgileri bulunduran Farsça olarak yazılmış “Menâkıbü’l Ârifîn”adlı eseriyle de tanınan, Konya da öldüğünde de(1360) Mevlana Türbesi civarına gömülen Ahmed Eflakî; Cacabey’in, Mevlâna ile aralarında geçen konuşmayı da şöyle anlatır:

“Cacaoğlu emir Nureddin, bir gün Mevlâna hazretlerinin hizmetinde Hacı Bektaş-ı Horasani’nin kerametinden bahsediyordu: Bir gün Hacı Bektaş’ın hizmetine gittim. O dış görünüşe hiç saygı göstermiyor, şeriata uymuyor ve namaz kılmıyordu. Ona mutlaka namaz kılmak gerektiğine dair ısrarda bulundum. O, “Git su getir de abdest alayım ve taharet edeyim” diye buyurdu. Destiyi kendi elimle çeşmeden doldurup onun önüne getirdim. Maşrabayı alıp bana verdi ve  “dök” dedi. Onun eline su döktüğüm vakit, berrak suyun kan olduğunu gördüm ve bu durum karşısında şaşakaldım, dedi. Bunun üzerine Mevlâna hazretleri: “Keşki kanı su yapsaydı, çünkü temiz olan suyu kirletmek o kadar büyük bir hüner değildir. Musa Nil’i Kıpti için kan ve kanı da Sıpti için berrak su yaptı……” buyurmuşlardır. Eflakî burada devreye girerek “Hemen o anda Nureddin baş koyup Hacı Bektaş’a gösterdiği rağbetten vazgeçti.” demiştir.( Ahmed Eflakî, Ariflerin Menkıbeleri, (Çev: Tahsin Yazıcı), MEB Yayınları, İstanbul, 1989, Cilt 1,s. 539-540.)

Anlatılan bu menkıbenin Hacı Bektaş-î Velî Velayetnâmesi’nde de aynen yer aldığı görülür. Her ne kadar menkıbelerin birbirlerinden etkilendikleri, bilinmekle birlikte burada Cacabey, Mevlâna’nın bizzat kendisine yazdığı mektuplarında hissedildiği şekliyle,Mevlâna’nın müridi gibi görülmektedir

Mevlana’nın Caca Bey’le kurduğu ilişkilere en somut örneklerden biri de, kendi tuğracısı Nizamüddin’e yardım ve ihsanlarda bulunması için Caca Bey’e yazdığı mektuptur.[110]

Pervane adı, bugüne kadar yazılmış Kırşehir tarihine ilişkin kitap, makale ve yazılarda çok geçmemesine rağmen, Cacaoğlu Nurettin’le olan aynı siyasal çizgisi; özellikle de başlangıçta Moğollar ’la iyi geçinme noktasında da, Memlük Sultanı Baybars’ın gelişi sırasındaki tavır ve tutumda da örtüşmektedir. Bu Pervane Moğollara elçi giderek sulh yapan Vezir Mühezzibüdin Ali Bin Muhammed’in de oğludur.[111]

Mevlana’nın sesine daima kulak vermiş olan bu vezir pervane’nin aile çevresinde de Mevlevilere öylesine bir ailesel bir bağlılık oluşmuştur ki Amasya’da ki Mevlevihane pervanenin oğlu tarafından yaptırılmıştır.[112]

Pervane’nin babası olan bu vezir, Baycu Noyan’ın Sivas’ı teslim alıp Kayseri’yi yağmalamasından sonra peşinden giderek Muğan’a varıp Noyan ile sulh yapmıştır.

Pervane’nin babası bu vezir, İran asıllı olup[113]öldükten sonra yerine vezir olarak İsfahanlı Şemşettin atanmış, İsfahanlı’ya özel bir ödül olarak da Kırşehir Valiliği verilmiştir. İsfahanlı Şemsettin, II. Gıyasettin Keyhüsrev’in annesiyle evlenince daha da güçlenmiştir.[114]

Baybars, Anadolu’ya geldiğinde Moğol kumandanlarının hemen hepsini öldürüp tutsak ederken, Baybars’a karşı savaş düzenine geçen Moğol-Selçuk ordusu içinde Moğolların güvenmeyerek savaşın dışında tuttuğu Pervane’nin ordusu da Baybars’ın gözünde bu yenilgiye dahil edilmiş, kendisi ve oğullarıyla 16 Nisan 1277 de tutsak alınmıştı.[115] Ki bu savaşa ileride görüleceği gibi Pervane’yle birlikte katılıp yenilgiye dahil edilen Nurettin Caca ve kardeşi Sıracettin de Baybars tarafından esir alınıp Şam’a götürülmüş, kardeşi orada kalırken Nurettin Caca tutsakların serbest bırakılmasıyla tekrar Kırşehir’e dönmüştür.

Baybars’ın 30 Haziran 1277’de öldüğü ve ölmeden önce bütün esirleri Şam’da serbest bırakarak arazi ikta ettiğine göre Caca Bey’in Şam’da üç ay bile kalmayarak döndüğü fakat kardeşi İsmail’in Suriye’de kalarak Halep’e yerleştiği anlaşılmaktadır. Nitekim Caca ismi Halep’te de ortaya çıkmış ve burada Cacaoğullarına ait bir türbe de bulunmuştur.[116]

Caca Bey’in Kırşehir emiri bulunduğu sırada; Moğol genel valisi Acay ile başkomutan Samaġar-noyan’ın 1273-1274 yılında görevden alınmasından sonra Tuhu ikinci defa genel vali olarak atanmış, 1277 yılındaki Elbistan savaşında Baybars’a karşı savaşırken ölmüş, Caca Bey’de Moğollarla birlikte Moğolların safında Kırşehir’den toparladığı bir askeri güçle Elbistan Savaşı’na katılmış, sonuçta kardeşi ile birlikte Baybars’a esir düşmüş ve Şam’a götürülmüşlerdir.[117]

Caca Bey Vakfiyesi’nin şahitleri arasında görülen Samagar, Nabci, Samdagu, Tuhu ve diğer noyanlar gerek Anadolu’da gerekse komşu ülkelerde büyük askeri ve siyasi roller oynayan ünlü İlhanlı şahsiyetleriydi.[118]

Ahmet Temir 1272’de Caca Bey Vakfiyesinde birçok Moğol Noyanlarıyla birlikte şahit olarak gösterilen Baynal’ın, daha öncesinde 1262’de Aksaray civarında Sultan IV. Kılıçarslan’ın öldürülmesiyle sonuçlanan hadisenin içinde olduğunu, Caca Bey’in de bu olaya Pervane’nin ısrarıyla ve Moğol Noyanlarıyla birlikte katıldığını belirtmektedir.[119]

Pervane, IV. Rükneddin Kılıçarslan’la anlaşmazlığa düşmüş, bu Sultanın öldürülmesi için İlhanlı Sarayından gizli bir emir de gelmiş, Sultan Baybars’la gizli gizli haberleşmede bulunarak Pervane’ye karşı suikast hazırlamakla itham edilmiştir. Pervane’nin Moğol komutanlarını iknasıyla, Kırşehir dolaylarında bulunan Nabci Noyan askeri kıtasıyla Aksaray’a hareket etmiş, bu muharebede IV. Rükneddin Kılıçarslan öldürülmüş, Caca Bey’de bu savaşta Moğol tarafını tutmuştur.[120]

Mevlana’ya yakın Eflaki, Sultan IV.Kılıçarslan’ın, Tatar’ın yurttan defedilmesi meşvereti için çağrıldığını, bu arada Sultan Kılıçarslan’ın  Mevlana’ya geldiğini, Mevlana’nın Sultan Kılıçarslan’a ‘Bu işe girme, gitmesen iyi olur’ dediğini, “Mevlana’nın Sultanı Tatar hakimiyetine son vermek kavgasından vaz geçirmek” için çaba harcadığını, “Sultan’ın Mevlana’nın sözünü dinlemediğini ve varıp Aksaray’a çıktığını, orada da yakalanarak yay’ın kirişi ile boğularak öldürüldüğünü” aktarır. Aynı benzer kaynaklar da Mevlana öldürülen Sultan’ın arkasından yazdığı gazel de ‘Sana demedim mi ki, oraya gitme çünkü senin aşinan benim’ demiş… Bir başka gazelinde de ‘ Sana demedim mi ki, oraya gitme ki seni müptela ederler, bir bakışta seni bela okuna amaç ederler’ demiştir.[121]

Moğol istilası süresince Caca Bey’in Kırşehir sancağının beyi olduğu Hacı Bektaş vilayetnamesine şöyle dökülür:

Ol zaman Kırşehri ulu şehri idi

Orta yerinden geçen hem nehridi

Onsekiz bin derler evi var idi

Burç-u baru çevresi hisar idi

Beği adı idi Nureddin Cece

Diyeyin anın ahvalin nice

Sancağı beği idi Kırşehri’nin

Padişahtan sancağı idi anın

Yine mensur Vilayetname’de dönemin Kırşehir’i şu özlü sözlerle anlatılır:

“Meğer ol vakit Kırşehri’nin adı Gülşehri idi. Dopdolu mescitler, camiler ve medreseler çok idi. Ma’mur şehir idi. Müderrisler ve müftüler ve alimler ve kadılar ve kamiller ile şehrin içi dopdolu idi.”[122]

Caca Bey’in 1272 yılında yaptırdığı muhteşem medrese, bütün ihtişamıyla ayaktadır. Sonradan camiye dönüştürülen medresenin yine sonradan örülen kubbesinin hemen altında bir kuyu bulunduğu ve bu kuyudan yıldızların seyrinin takip edildiği, eserin sağ geri köşesinde bulunan ve sonradan minareye dönüştürülen yükseltinin de rasat kulesi olduğu bilinmektedir. Medresenin taş işleme sanatlı portali, tuğla örgü, mavi mozaik çinilerle süslü bir minaresi bulunmaktadır. Bu mavi çinilerden dolayı da Kırşehirliler uzun yıllardır buraya “Cıncıklı Cami” demektedirler. 1871 yılında onarım geçiren Caca Bey Medresesi, Kırşehir ve çevresinde zengin vakıfları olan zengin bir külliyenin bugünlere ulaşan bir bölümüdür sadece…

1.Türk Tarih Kongresi’ne sunulan tebliğler arasında Prof. Dr. Afet İnan “Türk Tarih Kurumu’nun 1943’ten 1948’e kadar arkeolojik çalışmaları Türkiye tarihine neler kazandırmış?” başlıklı tebliğinde Caca Bey Medresesi’ne ilişkin şu notları düşüyor:

“Tarihi dönem itibariyle kronolojik sıramız Selçuklu dönemine ulaşmıştır. Bilindiği gibi Anadolu Selçuklu dönemi anıtları, en güzel örnekleriyle ayakta durmakta, hayranlığımızı celbetmektedir… İşte bunlardan biri Kırşehir’de Caca Bey Medresesi’ndeki rasat kuyusudur. Söylentilere göre 1272’de Gıyaseddin Keyhüsrev İbni Kılıç Arslan zamanında, Kırşehir Valisi Nureddin Cibril İbni Caca tarafından bu şehirde bir hey’et medresesi yapılmıştır.”

Cacabey Medresesin de; Dr. Aydın Sayılı ve Prof. Ruben tarafından Türk Tarih Kurumu adına yapılan arkeolojik sondaj.1947

Bu söylentiyi saptamak, Selçuk döneminin ilim tarihi bakımından çok önemli idi. Dr. Aydın Sayılı ve Prof. Ruben tarafından burada Türk Tarih Kurumu adına bir sondaj yapıldı.

Söylentiler rasat kuyusunun, medresenin kubbe ortasındaki deliğin altında olduğu, buradan yıldızların gözlendiği görüşünde idi. Belirtilen yerde kazıya başlandığı zaman kuyunun varlığı anlaşılmış ve molozlarla doldurulduğu saptanmıştır. Fakat 7,50 metreden sonra kuyuda su çıktığından kazıya devam edilememiştir. Kuyunun çapının üç metre derinlikten sonra 260 cm. olduğu saptanmıştır.

Aynı zamanda kuyunun içinde mermerden ve taştan mukaar iki taş bulunmuştur. Bunların, aslında bir güneş saati olması muhtemeldir. Medresenin damında da mermerden sahife halinde bulunan bir tek taşın, bir hesap cetveli olarak kullanılması mümkündür.

Bay Aydın Sayılı, Kütahya’da Vacıdiyye Medresesi’nde ve Tire’de de bu amaçla incelemeler yapmıştır.

Bu suretle gelenek halinde süregelen söylentilerin kısmen doğruluğu bu arkeolojik çalışma ile teyid edilmiş bulunuyor.”[123]

Caca Bey’in Kırşehir’le birlikte Kayseri’de, İskilib’de, Talımeğini’de, Eskişehir[124]’de yapılmış eserleri bulunmaktadır.[125]

1261 yılından önce Eskişehir’de, bu tarihten sonra Kırşehir’de vali olan Nureddin Cibril bin Caca bey için ,   Eskişehir’deki camiinin minaresinde bulunan ve önceleri okumayan kitabede “Allah’ın rahmetine yalvaran zayıf kul ve savaşın atası Cebrail ibn Caca” denmektedir. Aynı kitabe üzerinde, Müzeler genel müdürlüğü asistanlarından Kemal Turfan tarafından 18 Temmuz 1951 tarihinde yeniden yapılan inceleme sırasında M.666/1267 tarihi de okunabilmiştir. M.670/1272 tarihli vakfiyede bu caminin vakıflarından söz edildiği ve kitabedeki 1267 tarihi de dikkate alındıgın da;camiinin, vali Nurettin Beyin Eskişehir’den ayrıldıktan sonra 1267 yılında tamamlandığı düşünülebilir.

Hacı Bektaş Vilayetnâmesi’ne göre Nureddin Caca, zindan kuyusuna atılmış padişah Alaaddin de zındandan salıvererek kendisine uzak, uç bir yerde ana tımar vermiş, ölünceye kadar da Rum’a gelmemiş, öldükten sonra tabutu ile birlikte anılan medresenin yanındaki türbeye defnedilmiştir.

1219 tarihli beratta “Nureddin Şehit” tabiri geçtiği düşünülürse, Caca Bey’in bir savaşta öldürüldüğü de akla gelmektedir.

Hacı Bektaş Vilayetnamesi’nde geçen Padişah Alaaddin’in Nureddin Caca’yı zindandan salıvererek uzak bir Rum ilinde verdiği ana tımar yeri, beylik yaptığı bir başka ili Eskişehir’i akla getirmektedir.

Eskişehir’de bir yıkık minarede okunan kitabede Caca oğlu Cebrail Bey’in 1262’de III.Gıyasettin Keyhüsrev zamanında tamir ettiğinden söz edilmektedir.[126]

1279 Haziran’ında İlhanlı Memlük sınırlarında cereyan eden son mühim bir hadise olarak Mısırlılar’ın nezdinde kalan ve Selçuklu emirlerinden olan meşhur Cacaoğlu Alaaddin’den de söz edilerek, bu Cacaoğlu Alaaddin komutasındaki bir Suriye ordusunun Diyarbakır’a girerek, Amid’i işgal ettiği 12 bin Müslüman ve Hristiyan’ı esir alıp götürdüğü belirtilmekte[127] ise de burada bir Cacaoğlu daha çıkmaktadır. Cacaoğlu ve kardeşinin Baybars’la gittiği düşünüldüğünde bu aktarım tarihsel olaylarla çelişmemekle birlikte bir soruyu da ortaya çıkartmaktadır. Bu adı geçen Cacaoğlu, Alaaddin Cacaoğlu Nureddin mi, yoksa kardeşi midir ya da bunların oğullarından biri midir?

Ord. Prof. Dr. A. Zeki Velîdi Toğan Moğollar’la birlikte yahut onların zamanında gelmiş olduklarından kendilerine “Tatar” denilmiş olan, sonra da kalabalık oldukları halde, Türkmen zümreleri arasına giren Eskişehir ve Ankara civarında dağınık yaşayan “Turgutlular” dan bahsetmekte, bu “Turgutlular”ın bir Tatar uruğu ya da Moğollar zamanında gelen Türk uyruğu kabul edildiğini belirtmekte ve en önemlisi bunların “Caca-oğlu” denilen mahalli beylerin idaresinde yer aldığını belirtmekte, Caca Bey’in Vakıfnâmesi’nde bu zatın Ankara, Konya ve Kırşehir’de efkafı da zikredildiği bildirilmekte, bu vakfiyelerin efkaf müzesindeki nüshasının arkasında İlhanlılar zamanında Uygur harfleriyle yazılan bir kayıttan bahsetmekte, Eskişehir’in de İlhanlıların naipliğine tabi olduğundan şüphe duymadığını belirtmektedir.[128]

Ayrıca A. Zeki Velîdi Togan’ın eserinde, Vakıf Cebrâ’il bin Câca “Emir ve Sipehsalar-i kapir” Tesmiye edilmiş ve Selçuk emiri olması icab ettiği söylenmekte ve devamla Babasının ismi olan “Caca”nın halis Moğol ismi olduğu da bildirilmektedir.[129]

Nitekim Kırşehir’de Caca Bey tarafından 1272 yılında yapılan Caca Bey Medresesi Vakfiyesi’nin de Uygur harfleriyle yazılan Moğolca kısmı ve de Moğol Noyanlarının şahit olarak gösterilmiş olması da akılda tutulmalıdır.

***

“1277’de Mısır-Suriye Türk Memlüklüleri Hükümdarı Baybars, başta Pervane olmak üzere Selçuklu devletinin ileri gelenlerinin davetiyle Anadolu’ya yürüyordu”

 “Baybars, Anadolu’ya geldiğinde Moğol kumandanlarının hemen hepsini öldürüp tutsak ederken,   Nurettin Caca ve kardeşi Sıracettin de   esir alıp ı  Şam’a götürmüş, kardeşi orada kalırken Nurettin Caca tutsakların serbest bırakılmasıyla tekrar Kırşehir’e dönmüştür.”

 BAYBARS ANADOLU’DA

1261 – 1277 yılları arasında Sultan Baybars’ın askeri seferleri ve işgal edilen bölgeler.

Cihanda mağlubiyet tanımayan Moğolları yalnızca Kıpçak Türkeri’nin Mısır- Suriye’de kurdukları Memlük[130]İmparatorluğu ilk defa 1260’ta Ayn Câlût’te perişan etmiş, bu imparatorluğun başında bulunan Baybars, Haçlılar’a ve de putperest Moğollar’a karşı kazandığı zaferlerle Anadolu’da Moğol zulmünden kurtulmak isteyenlerin umudu haline gelmiştir.

Bunu bilen Moğollar, işgal altında tuttuğu Anadolu’da zor dayatarak daha 1264’te Selçuk yöneticileriyle Memlüklüler’e karşı olmayı da içeren bir ittifak da sağlamışlardı.

Pervane, ülkede iktidarını mutlak kılmak için kendi önüne engel saydığı tüm Selçuk devlet adamlarını ve Selçuk hanedanlarını Baybars’la ilişki kurmakla itham ederek saf dışı bırakırken, kendisi de gizli gizli Baybars’la ilişki kurmaktan geri kalmamıştır.

Nitekim Baybars, Anadolu gibi üssünden uzak bir ülkede Moğollar ’la hesaplaşmaya girişirken Selçuklular’ la girdiği işbirliğine güvenmiştir.[131]

Bu Mısır Türk Memlüklüleri Sultanı Selçuklular’ın en kuvvetli adamı Pervane ile de anlaşmıştır.

1277’de Mısır-Suriye Türk Memlüklüleri Hükümdarı Baybars, başta Pervane olmak üzere Selçuklu devletinin ileri

I. BAYBARS (el-Melikü’z-Zâhir Rüknüddîn es-Sâlihî el-Bundukdârî) Mısır ve Suriye’de hüküm sürmüş Kıpçak Türkü olup  Memlûk Devleti sultanıdır. Baybars, küçük yaşta   köle olarak satın alınıp bir memlûk olarak yetiştirilmiş, yeteneği sayesinde hızla terfi ederek emirliğe kadar yükselmiştir.gelenlerinin davetiyle Anadolu’ya yürüyordu.[132]
Selçuk devlet adamları ve Pervane için dengeler çok hassastı. Nihayet yolun sonuna yaklaşılıyor, 60 bin kişilik bir Memlük kıtası, belki de Pervane’nin de bilgisi dahilinde Elbistan’a çıkageliyordu.

Başta Karamanoğulları ve Eşrefoğulları olmak üzere Anadolu’da birçok beylik, Baybars’la doğrudan ilişki kurmuşlardı.

Baybars’ı başından sonuna kadar destekleyen ve Moğollar’a karşı sürekli isyan halinde olan beyliklerin başında Karamanoğulları[133] geliyordu.

1277 Nisan’ında Kahire’den hareket eden Baybars, Halep ordusunu toparlayıp Anadolu’ya gelirken, tam da bu sırada Ermeniler, Memlük ordusunun ilerlemekte olduğunu Kırşehir kışlağında bulunan Toko ve Tutavun Noyanlarına bildiriyordu.[134]

Bahsi geçen Kırşehir kışlağı Malya Ovası olup, bu kışlakta 30 bin Moğol askerinin mevcudiyetinden bahsedilmektedir.[135]

Kırşehir kışlağında bulunan bu Moğol komutanları, kendilerine ulaşan haber üzerine Kırşehir’den Elbistan’a hareket etmişlerdir.

Kırşehir kışlağındaki Moğol askerleriyle birlikte Pervane’nin başında bulunduğu Selçuklu kuvvetleri de harekete geçmiş, Nurettin Caca Bey de Tacik Aşiretleri’nden birleşik bir kuvvetle bu orduya katılarak, Baybars’la savaşmak üzere Elbistan’a gitmiştir.

Moğollar, bizzat Pervane’nin Baybars’la mektuplaştıklarını bildiklerinden Pervane’nin ordusunu geriye alarak Gürcü ve Ermeni kuvvetleri, ileri uçta mevzilendirmiştir.

Moğollar, bu savaşta 6700 civarında ölü ve bir çok esir bırakarak dağlara kaçmışlar, bu savaşta çarpışmayan Selçukluların bir çoğu Baybars’ın ordusuna katılmış bir çoğu da gönüllü olarak esir olmuştur.

Moğol kuvvetleri, Selçuk kuvvetleriyle birlikte Baybars’a karşı yürümüş Moğollar Selçuk kuvvetlerine itimat etmediklerinden, yalnız başına harbe karar vermiş Nisan 1277’de Moğollar bozguna uğramış birçok kumandanları da dahil öldürülürken, bu esnada Selçuk kuvvetleri kaçmış bir kısım Selçuk beyleri de Baybars’a esir düşmüştür.[136]Bu esirlerin arasında Kırşehir beyi bulunan Nurettin Caca ve kardeşi de vardır.

Bu savaş, Moğollar için ezici bir yenilgi ile sonuçlanmış. Pervane’nin subaylarının büyük bir bölümü, oğulları da dahil Baybars tarafından tutsak alınmıştır.[137]

Nihayet Kayseri’de Selçuklu tahtına oturan Sultan Baybars burada fakîhleri, sofuları ve beyleri huzura çağırmış, tebrik edilip tahtı öpülmüş. Kendi adına para basılmıştır. Bu para Memluk askerlerinin giyim, kuşam, yiyecek ve hayvan  yemi ihtiyaçlarında kullanılmış, Baybars Kayseri’de “Ben yağmaya değil Selçuk Sultanını Tatarların esaretinden kurtarmaya geldim.” demiş. Pervane de elçi göndererek Baybars’a tebriklerini sunarken Karamanoğulları da itaatini arz etmişlerdir.[138]

Kayseri’de adeta Moğol zulmünden kurtuluş bayramı yapılırken, Baybars Anadolu’yu terk etmeye hazırlanıyordu.

Pervane ve Gıyaseddin Keyhüsrev her ne kadar elçi gönderip Baybars’ı Anadolu’da kalmaya davet etmişlerse de Pervane’nin ve Selçuk devlet adamlarının birçoğunun tereddütlerini ve samimiyetsizliğini gören Baybars, elçiyi azarlayarak “Pervaneye deyiniz ki; Rum’u (Anadolu’yu) ve yollarını öğrendim. Onun anası, oğlu ve kızının evlatları yanımdadır. Bize bu kadarı kafidir. Zira bizim tahtınıza çıkmamız Selçuklu tahtını alıp sevinmek için değildir, bize kendi tahtımız ve Kudüs’ün fethi kafidir” demiştir.[139]

Baybars Elbistan savaşına katılan ve esir edilen Selçuklu beylerini yanına alarak Kayseri-Sivas yolu üzerindeki Sultanhan’da konakladıktan sonra, Elbistan’da Moğol ölülerinin cesetlerini seyretmiş, Maraş üzerinden Halep’in yolunu tutmuştur.[140]

Pervane’nin tereddütleri ve kararsızlığı, yeniden Moğol zulmü olabileceği korkusunun Selçuk çevrelerinde yarattığı ikircikli tutum, Baybars’ın Anadolu’yu terk etmesine neden olmuştur.

Bir başka yorumla; Moğol Abaka, yenilgiye uğrayan ordularını daha büyüğüyle saldırı yapmaya hazırlanıyor, Baybars da bu durumda geri çekilmenin daha doğru olacağını düşünüyordu.[141]

Nitekim Moğol katliamları yıkım ve talanları, Baybars’ın Anadolu’yu terk etmesinin ardından daha da azgınlaşmıştır.

Moğollar, Elbistan’daki savaş meydanında Memlüklüler’ce öldürülen yerde yatan ölüler içinde, hiçbir Selçuklu beyi ve askeri bulunmadığını, dolayısıyla Pervane’nin kendilerine ihanet ettiğini düşünmüşler, Abaga Han’da Elbistan’dan Kayseri’ye dönerek pek çok insanı öldürmüş ve yağma yapmıştır.[142]

Pervane, sonuçta 1277 Ağustos’unda Moğolların idam emri gereği kılıçla öldürülmüştür.[143]

Bir dönem; Anadolu memleketlerinde naiplik suretiyle hükmünü yürüten, Selçuklu hanedanlarına rağmen, bütün işleri yürütüp Sultanları bile azleden, Selçuklu ulularını, pirlerini emirlerine boyun eğdiren Pervane’nin, Baybars’ı Moğollar aleyhine kışkırtıp, Anadolu’ya çağırdığını anlayan Moğollar, Pervane’den o kadar çok incinmişlerdi ki, abartılı da olsa bir kaynağa göre, Abaka Han dahi onun etinden bir miktar yemişti.[144]

Baybars’ın Anadolu’dan ayrılışından sonra Anadolu’ya giren Abaka Han, çok insan öldürmüş, Pervane’yi de 1277 de idam edince bu tarihten 1308 yılına kadar Selçuk sülalesi ad olarak kalmakla beraber ülke yönetimi fiilen Moğol genel valilerine ve komutanlarına geçmiştir.[145]

***

Karamanoğlu Mehmet Bey’in fermanı, Türkçe’nin Anadolu’da yönetim dili olması yönüyle bir ilktir.

“Bundan sonra divanda, dergahta ve bârgâhta (saray ve resmi daireler), mecliste, meydanda Türkçe’den başka dil kullanılmayacaktır”(Karamanoğlu Mehmet Bey.1277.Konya)

KARAMANOĞULLARI  KONYA TAHTINI BASIYOR

Karamanoğlu Mehmet Bey

 “Bir dönem Kayseri, Çorum, Kastamonu hattının doğusunda kalan ve Sivas’ın merkez olduğu geniş bir saha, Danişmendiye Vilayeti adını taşırken, Antalya, Alaiye (Alanya), Aksaray, Niğde, Akşehir ve Kırşehir gibi Konya’nın merkez olduğu bölge de “Yunan Vilayeti” adıyla tanınırken sonradan Karamanoğulları adı geçen bölgenin vilayetlerini ellerine geçirince “Yunan” adı yerine “Karaman” adı verilmiş, Yunan Vilayeti sözü batarak, onun yerine Karaman Vilayeti ifadesi kullanılır olmuştur.”

Karamanoğlu Mehmet Bey, Baybars’ın Anadolu’ya gelişini fırsat bilerek aynı yıl içinde 1277’de Konya üzerine yürüyordu.[146]

Karamanoğulları; Eşrefoğulları ve Menteşe’den yardım görerek Konya’ya saldırdıklarında Memluk Sultanı Baybars’la doğrudan ilişki kurmuşlardı.[147]

Moğollar’ın Kayseri’den Erzurum’a kadar olan bölgede 200 bini aşan insan katliamı, Karamanoğlu Mehmet Bey’in harekete geçmesine neden olmuş, Siyavuş adında bir şehzadeyi Hükümdar atayarak zaptettiği Konya’nın tahtına oturtmuştur.[148]

Selçuknameler “Bu şehzadeyi II. İzzettin Keykavus’un oğlu değil” diyerek kabul etmemiş, bu yüzden de adını “Cimri” koymuşlardır.[149]

Selçuknamelerin “Cimri Hadisesi” adını verdiği bu olay, kısa sürede büyümüş III. Gıyaseddin ile Fahrettin Ali, Moğollar’la işbirliği yaparak Karamanoğlu Mehmet Bey’i ve kardeşini öldürmüşler. Sonradan Germiyan Türkmenleri’nin yanına kaçan “Cimri” yi ayağına giydiği kırmızı çizmeden Hükümdar olduğunu anlayarak diri diri yüzmüşler, derisine de saman doldurmuşlardır (Haziran 1279).[150]

Moğolların Konya üzerine geldiğini duyan Karamanoğlu Mehmet Bey, önce Konya’dan ayrılarak askeri hazırlıklara başlamış, sonra yeniden Konya üzerine yönelerek Mut Ovası’nda Moğolların şiddetli ok yağmurları altında kardeşi ile birlikte öldürülmüştür.[151]

Karamanoğlu isyanının bastırılmasından sonra başta Konya ve çevre bölge olmak üzere Moğol-Selçuklu ittifakı, Karamanoğulları’na ve Karamanoğulları’yla işbirliği yapan Türkmenlere karşı acımasız bir yıldırma hareketine girişmiştir.

“Cimri” olayında Konya halkının Karamanoğlu Mehmet Bey’e karşı bir direniş içinde olmadığı görülürken Konya valisinin Karamanlar’a karşı şehrin savunmasında Ahilere güvenmediğini yine   Claude’den öğreniyoruz.[152]Mustafa Akdağ, İbn Bibi’ye dayanarak aktardığı bilgilerde Ahiler’ in Karamanoğulları’nın Konya’yı basması olayı karşısında takındığı tutum biraz daha aydınlanmaktadır.

Karamanoğulları’nın ele geçirdiği Konya’yı Sultan Gıyasettin Keyhüsrev, Moğol yardımları sayesinde geri alarak Konya’ya girmiş, bu sırada “Fityan” (genç işciler) ve başlarındaki “Ahiyan” Ahi esnaf reisleri bu defa Sultanı iyi karşılar   görünmüşlerdir.[153]

Karamanoğlu Mehmet Bey, Konya’yı bastığında halka hitaben yayınladığı ilk fermanda  “Bundan sonra divanda, dergahta ve bârgâhta (saray ve resmi daireler), mecliste, meydanda Türkçe’den başka dil kullanılmayacaktır.[154] demiştir.

Esasen Türkçe’nin bir yönetim dili olarak 1277’de Konya’da hüküm süren Karamanoğlu Mehmet Bey’in girişimiyle oluşu dikkate değer bir yeniliktir.[155]

Karamanoğlu Mehmet Bey’in fermanı, Türkçe’nin Anadolu’da yönetim dili olması yönüyle bir ilktir.

Nitekim İslam tarihi uzmanlarından Claude Cahen bile bu konuda şaşkınlığını saklamamaktadır. “Bütün bunların arasında en çok şaşılacak şey ise, Türkmenler ’in Arapça’yı ve hatta Farsçayı bilmemeleri nedeniyle Rum’daki Selçukluların tarihinde ilk kez Türkçeyi kullanan bir divan kâtipliği kurmuş olmalarıdır.[156]

Esasen Türkçe’nin resmi dil olarak ilan edilişi olayı doğrudan doğruya Karamanoğlu Mehmet Bey’le de sınırlı değildir. Karamanoğulları’nın atası Nuri Sufi aynı zamanda bir Babai şeyhi olup, Baba İlyas’ın halifesidir. Dilleri saf Türkçedir. Baba İlyas’ın oğlu Aşıkpaşa’nın babası Baba Muhlis, bu hadiselerde etkin bir rol oynamıştır. Türkçe’nin dönemin resmi yönetimine karşı ayaklananlar tarafından resmi dil ilan edilmesine giden sürecin yegane dinamiği Baba İlyas’ın kurduğu ve filizlendirdiği ocaktır. Bu yüzdendir ki, Kırşehirli araştırmacı Cevat Hakkı Tarım, “Meşhur Cimri vakasında Konya’yı zaptettikten sonra 1277 yılında çıkarttığı bir fermanla Türkçe’nin resmi dil olarak ilan edilişinin en büyük şeref payı Muhlis Paşa’ya ve Babailer’in karargahı olan Kırşehir’e düşer” der.

Karamanoğlu Mehmet Bey’in; Kuran dili olduğu için medreseler vasıtasıyla vücut bulan Arapça’ya ve işlenmiş bir edebiyat dili olan Farsça’ya karşı tutumu Türkçe’nin vücut bulması doğrultusunda ilk siyasi çıkıştır. Zira söz konusu dönemde Arap, Fars ve Türk kültürleri arasındaki savaş; Türkçe adlar yerine eski İran isimleri almaya başlayan, Şehnâmeler yazdıran, Farsça ve Arapça ünvanlar alan Selçuk sarayına karşı, kendi kültürlerine inatla sahip çıkan geniş Türkmen kesimleri arasındadır.[157]

Nitekim Sarı Saltuk menkibesi ayrıca Baba İlyas, Hacı Bektaş, Seyyid Mahmut Hayrani, Hacı İbrahim Sultan, Hacim Sultan, Ahi Evren, Seyyid Harun gibi şahsiyetler hakkında yazılan menâkip-nameler halk tarafından büyük ilgiyle okunurken, Fars edebiyatı Selçuk Sultanlarının destek ve himayelerinde büyütülmüştür.[158]

Karamanoğlu Mehmet Bey’in bu fermanı, Türk kültür tarihi bakımından mühim bir hadisedir. Konuşulması istenmeyen dilin Farsça olduğu muhakkaktır. Bu karar, herhalde yalnız Karamanoğlu Mehmet Beyin değil, o zaman sayısı epeyce fazlalaşmış bulunan aydın Türkler ’in duygusunu ifade etse gerektir. Zira bu esnada Klasik Türk Edebiyatı da ilk mahsullerini vermeye başlamıştır.[159]

XIII. yüzyılın sonu ile XIV. yüzyılın başlarında Anadolu Türk Edebiyatı açılıp serpilişe tanık olur. Küçük Asya’da Selçuk Devleti’nin yıkıntıları üzerinde Türk beyliklerinin ortaya çıkışı, Türkleşmiş bir jeopolitik bütünlükle kültür ve düşünce etkinliklerinin gelişmesine de uygun şartlar doğurmuştur.[160]

İlhanlıların çöküşünden sonra Anadolu’da mevcut Türkmen beylikleri arasında Karamanlılar, etkin olduğu coğrafi saha ve tarihi rolü dolayısıyla Selçukluların varisi gibi görünse de tarih Osmanoğulları’nı öne çıkartır.

Osmanlı Devleti’nin “kuruluş” döneminde ahilerin ve “fütüvvet akımı“nın kesin bir rol oynadığı kuşku götürmeyeceğinin altını çizen Halil İnalcık şu bilgileri verir:

“Debbagların piri sayılan Ahî Evren 32 çeşit esnafın pîri sayılır. Gerçekten dericilik, Anadolu Türk sanatlarının en önemlisi sayılır. Eskinin geleneksel yaşamında ev eşyası, hayvan takımları, vb deriden yapılırdı. Fâtih Mehmed kendi külliyesini yaptığı zaman yanında sarraclar için büyük bir sarrachâne yaptırmıştır. Şehirlerde debbaglar en kalabalık, devlet karşısında en güçlü ve bağımsız işçi grubunu oluşturmakta idi. Kanunî Süleyman’ın itaatsizlik gösteren kapıkulu askerine karşı debbagları anarak tehdit ettiği rivayet edilmiştir. Evliya Çelebiye göre, İstanbul’da debbaghanede 5000 kadar debbag vardı. 1651 esnaf isyanında ilkin “sarrachâne ahîleri” bayrak kaldırdılar. Kırşehir’de Ahî Evren (Evran) tekkesi post-nişîni (şeyhi) tüm imparatorlukta her şehirde ahîlerin reisi sayılan ahî babalara icazetname göndererek makamlarını onaylardı.“(Bakınız Prof. Dr. Halil İnalcık Osmanlı Tarihinde İslâmiyet ve Devlet. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2016 Sayfa 51)

Moğollara karşı mücadelenin başlıca temsilcileri olan Karamanlılar üç çeyrek asırlık bir mücadele içinde korkunç zararlara uğramış, sık sık ezilmiştir. Ne var ki, etrafı diğer başkaca beyliklerle çevrili olduğundan genişleme şanslarını yitirmişlerdir. Bu duruma karşılık Marmara sahillerini fetheden ve hızla Balkanlar’a ayak basan Osmanlı Beyliği’nin zaferleri Anadolu’nun dört bir yanından gelen gaziler, alimler, şeyhler, babalar ve dervişlerle desteklenmiştir. Başlangıçta Osman Gazi’nin Bizans’a ilerleyerek zaferler kazanması, Anadolu’da Gazi ruhunu canlandırmış, Moğol istilası altında ezilen geniş bir kesim Osmanlılara koşmuştur. Böyle olunca da Türkistan’dan başlayan Selçuklular ve Danişmentliler ile Anadolu’da gelişen cihat ruhu Bursa’da tekerrür etmiş, Osmanlılar bir Gazi devlet olup çıkmıştır.[161]

Tam da bu noktada bir Bizans Müverrihi Nicephorus Grigoras’ın “Moğollar’ın bu ülkeyi istilası onlara (Anadolu Türklerine) büyük bahtiyarlık getirdi” sözleri oldukça ilginç bir tespittir. Ord. Prof. Dr. A. Zeki Velidî Togan’ın aktardığı şekliyle bu Bizans Müverrihi şöyle demektedir:

“Türkler  (Selçuklular) Skitler (Moğollar) tarafından takim olunurken, kendileri de Rumlar’ı kovarak takip ettiler. Onlar (Türkler) Moğollar’ın önünden kadın gibi kaçtıkları halde Rumlara karşı kendilerini o nispette erkek gösterdiler. Böylece Moğollar’ın bu ülkeyi istilası, bir felaketin, talihsizliğin sebebi olmadı, bilakis bu istila, onlara (Anadolu Türklerine) büyük bir bahtiyarlık getirdi. Böylece onlar büyük kütleler halinde Paphlegonya ve Pamphilya’ya döküldüler ve Rumlar’ın ülkelerini yağma ettiler, çevrelerine toplanan erbaş ile birlikte yağmaya ve Bizans sınır köy ve kasabalarını tazyike başladılar.”[162]

Moğol işgali altında Selçuk Sultanlığına bir kukla durumuna düşmesi karşısında Moğollara dayanan Kılıç Arslan ve Muineddin Pervane’ye karşı sürekli isyan halinde bulunan  Karamanoğulları, birçokları tarafından masum sayılmıştır. Selçuklu–İlhanlı iktidarını tutan ve mevcut nizamı meşru sayan devrin Vekayinâmecileri ve de Mevlevi kaynaklarının Karamanlılar aleyhinde kullandıkları aleyhtar ve tezyif edici ifadeleri çok mübalağlı bulmak lazımdır.[163]

Kaldı ki, Moğolların Konya kuşatmasında Moğollara “sizi Allah gönderdi[164] diyen Mevlana’nın Moğollara karşı mütemadiyen isyan  halinde olan Karamanoğlu Türkmenlerini övmesi de beklenemez.

Kırşehir ve yöresinde dolayısıyla eski Yunan vilayetlerinde etkin olan bir aile Karamanoğulları, Konya’da Selçuk Sultanlığına karşı isyan şampiyonu olmuş, Moğollara karşı Memlük Sultanlığına yakın siyaset izlemiş Selçuk Sultanlığı tasfiye edilmeden önce Moğolların kanlı tehditlerine rağmen, itaate gelmeyerek sürekli isyanlarda kalmış ve nihayet Konya’yı zapt etmiş giderek Kırşehir ve Niğde’yi de Karaman toprakları içine katmıştır.[165]

Anadolu Selçuklu Sultanları, Türk  boylarıyla Anadolu’da ilk Türk devletini kurmalarına karşın, İslamiyet’in etkisiyle Arapça ’ya, İran kültürünün etkisiyle Farsça ’ya resmi dil gözüyle bakmışlar, kendi kavimlerinin dilini savsaklar duruma düşmüşlerdir. Karamanoğlu Mehmet Bey’in fermanı, bu duruma karşı Anadolu’da ilk eylemliktir.

Bir dönem Kayseri, Çorum, Kastamonu hattının doğusunda kalan ve Sivas’ın merkez olduğu geniş bir saha, Danişmendiye[166] Vilayeti adını taşırken, Antalya, Alaiye (Alanya), Aksaray, Niğde, Akşehir ve Kırşehir gibi Konya’nın merkez olduğu bölge de “Yunan Vilayeti” adıyla tanınırken sonradan Karamanoğulları adı geçen bölgenin vilayetlerini ellerine geçirince “Yunan” adı yerine “Karaman” adı verilmiş, Yunan Vilayeti sözü batarak, onun yerine Karaman Vilayeti ifadesi kullanılır olmuştur.[167]

Gerek Anadolu Selçukluları, gerekse Kösedağ Savaşı’nın hemen ardından Anadolu’nun Moğollar’ca işgale uğramasının yıkıntıları üzerinde aynı ya da yakın zaman dilimlerinde buluşan Baba İlyas’lar, Baba İshak’lar, Aşık Paşa’lar, Hacı Bektaş-ı Veli’ler, Ahi Evran’lar, Taptuk ve Yunus Emre’ler Anadolu’yu bizim yapanlardır. Bizi el kapılarına muhtaç etmeden bir orman gibi  kardeşçe bir arada koyun koyuna yaşamayı öğretenlerdir.

Kaynağı Türkler’in ilk dini olan Şamanlık’tan alan Babailer ile bu kaynaktan doğan Türkmenler, gerek Anadolu Selçukluları döneminde gerekse Moğol istilası sırasında ulusal özümüzü kollayan ve ayakta tutan yegâne dayanaklar olmuştur.

Kırşehirli araştırmacı Mehmet Göktürk’ün “Kırşehir Selçuklu Mezar Taşları”na ilişkin bir makalesi, Anadolu’ya Arap-Acem’in aksine Orta Asya’dan taşınan kültürün izlerini görmek açısından oldukça ilginçtir ki, bu makalede “İvaz Mezar Taşı” olarak nitelendirilen bir esere ilişkin çalışma, Anadolu Selçukluları döneminde Türk kültürünün mezar taşlarına yansıyan tipik bir izdüşümüdür.[168]

***

BABAİLERDEN BİR IŞIK TOMARI:

AŞIK PAŞA

 

“ yüce Allah’ın rahmetine muhtâç, Şeyh İlyas oğlu ve Ali Muhlis Paşa oğlu Ali’yimki Şeyh Aşık Paşa olarak tanınırım. Bunu Türk diliyle nazım olarak hazırladım.”

“Kim bu kitabı okuyup anlarsa bütün manaların temeline ulaşır.

Gerçi burada Türkçe söylendi ama bu dil ile de manaların menzilleri malum oldu.

Madem ki bütün yolların konaklarını bilirsiniz; öyleyse sakın Türk ve Tacik dillerini yermeyin.

Bütün dillerde kanun-nizam (yazı dili ve kuralları) vardır. Bütün akıllılar bunların üstüne düşmüşlerdir.

Türk diline kimse bakmaz; Türklere asla gönül vermezdi.

Türkler de kendi dillerini, incelikleri ve yüce menzillerini bilmezlerdi.

İşte bu Garibname, onun için yazıldı, söylendi. Böylece bu dili konuşanlar, ince manaları anlayabilsinler.

Türkler ve Tacikler Türkçe ile aynı manalarda buluşup yoldaş olsunlar.

Aynı yolda birbirini yermesinler. Dile bakıp da manayı hor görmesinler.

Türkler de bu bilgilerden mahrum kalmasınlar, Türk dilinde Hakk’ı anlayabilsinler.”(Aşık Paşa Garipname’sinden )

1272 yılında doğan Aşık Paşa, Babai isyanlarında öldürülen tanınmış Mutasavvıf Baba İlyas’ın oglu Muhlis Paşa’dan torunudur. Baba İlyas, Türkmen oymaklarının şeyhi olmuş, onlarla birlikte Selçuklu Sultanı Keyhüsrev’e karşı isyanlara katılmıştır. Fuat Köprülü, Şakâ’ik tercümesinden aktardığı bilgilerde Karamanlılar sülalesinin müessesesi olan Nûri Sûfi’nin Baba ilyas müridi olduğunu Baba İlyas’ın ölümünden sonra saltanatını Nûri Sûfi’ye bıraktığını, Baba İlyas müritlerine Babai denildiğini, Baba İlyas’ın oğlu Muhlis Paşa’nın Aşık Paşa’nın Babası olduğunu, Muhlis Paşa’nın Konya’da altı ay tahtta oturduğunu, dolayısıyla Aşık Paşa ailesinin tarihinin Anadolu’daki meşhur Babailer isyanıyla ve Karaman Beyliği’nin başlangıç meselesiyle sıkı sıkıya bağlı olduğuna işaret eder.[169]

Aşıkpaşa,Anadolu’da beyliklerin birbiri ile mücadele ettiği, Moğol baskısının iyiden iyiye yoğunlaştığı, Anadolu Erenlerinden pek az kişinin kaldığı bir ortamda dünyaya gelmiştir.O’nun çocukluğu ve gençliği hep bu çevrede geçmiştir. Çok genç yaşta tarikat, tekke ve zaviye çevresiyle ilişki kurmuş, hatta bu tasavvufi atmosferde büyümüştür. Baba İlyas’ın müritlerinden Şeyh Osman O’nun tahsil ve terbiyesi ile yakından ilgilenmiştir. Elvan Çelebi, babası Aşık Paşa’yı esmer, uzun boylu, güler yüzlü, sevecen bir insan olarak tanıtır. [170]

Halil İnalcık; “Eski Osmanlı rivayetlerinde alplar, alp-erenler ve ahîlerin Osman Gazi’nin en yakınları olarak gösterildiğine” dikkat çekerken, “Rivayette Osman, bir Babaî “halifesi” olan Şeyh Ede-Bali’nin, bu tam bir ahî âdeti olarak irşadı ve beline gaza kılıcını bağlayıp gazi olup, gazâ akınlarına başladığını, bu durumun Alplar’ın Orta-Asya Türklerindeki kahramanlık geleneği ile bağlantılı olduğunu” belirterek, “Kırşehirli Âşık Paşa’nın Garibnâme’de alp olmak için dokuz şart aradığını, bu şartlarında Şecâat, kol kuvveti, gayret, iyi bir at, hususi bir kıyafet, ok yay, iyi bir kılıç, süngü, uygun bir yoldaş olduğunu” hatırlatır.(Bakınız Prof. Dr. Halil İnalcık Osmanlı Tarihinde İslâmiyet ve Devlet. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2016 Sayfa:35)

Aşık Paşa’nın Babası Baba İlyasoğlu Muhlis Paşa H. 702( M.1302) tarihinde Mahmut Gazan Han’ın Tebriz’den

Aşık Paşa Anıtı. KIRŞEHİR

bozularak dönüşünde Babasına bağlı derviş ve halifelerine baskı yapılması üzerine ayaklanıp Konya’yı ele geçirmiş, Selçuklu tahtına oturmuş, kendisi Selçuklulara benzetilerek “Muhlis- ud. Din Musa Han” unvanı verilmiş, altı ay kadar tahtta oturmuş, Hoca Saadettin Efendi’ye göre de Osman (Otman) Bey’in yanına gelerek birlikte savaşa katılmıştır.[171]

Baba İlyas’ın  dört oğlundan biri olan Baba Muhlis (Muhliseddin Musâ) asıl adı Ali olan Aşık Paşa’nın Babasıdır.

Osmanlı Tarihi yazarı Âşık Paşazâde de Âşık Paşa soyundandır ve kendisini şöyle tanıtır;

“ Ben ki, fakir Derviş Ahmet Âşıki ‘yim. Babam Şeyh Yahya, O’nun babası Şeyh Selman, O’nun babası Âşık Paşa, O’nun babası da zamanın kutbu Baba İlyas’tır ki Seyyid Ebbü’l – Vefa ‘nın halifesidir. [172]

Amasya tarihi yazarı Hüseyin Hüsameddin’e göre, Kırşehirli Şeyh Süleyman Türkmani’den zahir ve bâtin bilgiler öğrenmiş, dönemin siyasi faaliyetlerine iştirak etmiş, sefaret ile Mısır’a gitmiş, Emir Çoban’ın oğlu ve Anadolu Valisi meşhur Timurtaş’ın veziri olmuş, onun başarıya ulaşmayan isyanından sonra Mısır’a kaçarak orada hapis edilmiş (1332). Hapisten kurtulup Amasya’ya dönerken de Kırşehir’de hastalanıp 17 Sefer 733 (1333) de orada ölmüştür.[173]

Fuat Köprülü, Amasya tarihi yazarının kaynak belirtmeden yazdığı bu bilgilere başkaca hiçbir kaynakta rastlamadığını belirtmekte, bazı kaynakların Aşık Paşa’nın Osman zamanında yaşadığını, bazı kaynakların da Orhan zamanında Kırşehir’e yerleştiğini duyurduğunu aktarmaktadır.[174]

Anadolu’nun nüfuzlu, zengin bir sûfi ailesine mensup olan Aşık Paşa Kırşehir’de doğmamış olsa bile (bazı kaynaklar Amasya İlyas köyünde,[175] bazı kaynaklarda Kırşehir’de doğduğunu belirtiyor) Babasının veya kendisinin Kırşehir’e gelip yerleştikleri ve ikisinden birinin Kırşehir’de bir zaviye kurduğu bilinmektedir.[176]

Aşık Paşa’nın ortaya çıktığı dönemin bölgedeki büyük şeyhlerin ölümlerine tekabül etmesi, dolayısıyla faaliyetlerini kolaylaştırdığına dikkati çeken Fuat Köprülü, gerek Bektaşilerin gerek Ahi Evran ve Şeyh Süleyman taraftarlarının Aşık Paşa’nın propagandasına mani olmak için çalıştıklarından da şüphe etmez.[177]

Aşık Paşa’nın oğlu Elvan Çelebi de ozandır. Torunu Ahmet Aşkii (Aşıkî)’de Aşık Paşazade diye anılır. Aşık Paşazade Tarihi (Aşık Paşaoğlu) isimli kitabı vardır. Aşık Paşa’nın oğlu Elvan Çelebi’nin Menakıbu’l-Kudsiyye Fi Menasıbı’l Ünsiyye, isimli bir yapıtı vardır. Bu yapıt, İsmail E. Erünsal ve Ahmet Yaşar Ocak tarafından yeni harflere çevrilmiştir.[178]

Vilademir Gordlerskiy,[179]Aşık Paşa Türbesi etrafındaki duvar içinde bulunan mezarları zikrederken:

 

  • 1715’te ölen Aşık Paşa kızı Melek Hatun
  • Zevcesi olduğunu tahmin ettiği Hacı Hatun
  • Oğlu Kızılca[180]

 

Bunlardan başka, duvar dışında kırık mermer parçaları üzerinde şüpheli olmakla birlikte “Es-seyyidcân” ibaresinin okunabildiğini aktarmakta, Osmanlı tarihçisi Aşıkpaşazade’yi de yetiştiren bu büyük aile mensuplarının Kırşehir’de Aşık Paşa Vakıfları’nın mütevellisi olarak son zamanlara kadar yaşadıklarını da belirtmektedir.[181]

Aşık Paşa’nın Garipnâme’yi yazdığı dönem, Orta Anadolu’da Eretneoğulları ve Kadı Burhanettin zamanında devlet dili Farsça idi. Garipnâme’nin Türkçe yazıldığından dolayı, kıymetsiz sayılmamasını isteyen Aşık Paşa, esasen dönemin şehirlerde yaşayan münevver sınıfın psikolojisini anlatmış, Türkçeyi Arapça ve Farsça gibi bir ilim edebiyat dili değil, basit ve kaba bir konuşma dili sayanlara karşı milli bir edebiyat diliyle çıkmıştır.[182]

Aşık Paşa, Türkçe yazarken yüksek tasavvufa ait fikirlerini Farsça bilmeyenlere karşı yaymak maksadını gütmüş, bu durumu söylemek mecburiyetini de hissetmiştir.[183]

Esasen İslam’ın Asya’ya yayılması ve Türkler tarafından resmi din olarak belirlenmesi sonucu, Türkçe hem yazı dili hem de konuşma dili olarak ihmal edilmiş, bu coğrafyada Arapçanın Kuran dili, Acem’in zengin edebiyat dili, Türkçe ’ye üstün gelmiştir. Devlet adamlarının çeşitli çıkarlara dayanan zorlamaları da bunda etkili olmuştur. Arapça ağırlığı dinsel kuralların icrası ve devlet işlerinin görülmesi noktasında kendisini ortaya koyarken, Farsça ise “Okumuşlar” sınıfının edebi zevklerini ve kaprislerini okşamıştır. Din kurallarına, şeriata bağlılık derecesi arttıkça, Türk devletlerinde Arapçanın Türkçe ’ye egemenliği de mutlak olmuştur.[184]

Ord. Prof. Dr. A. Zeki Velidi Togan, “Türkçe’ye yüzyıllardır çeşitli kavimlerle temaslar sonucu pek çok yabancı sözlerin girdiğini, ancak bu yabancı kelimelerin İslam devrinde ve son zamanlarda şimdi gördüğümüz kadar geniş mikyasta tasallut ettiğinden” söz eder.[185]

Anadolu Selçuklularında hem resmi dil, hem de Hükümdarlara ve ümeraya ithaf edilen eserlerin büyük çoğunluğu,  Farsça olmuş, ama Türkçe kesinlikle kullanılmamıştır.[186] İster dinsel, ister edebi ya da bilimsel olsun aydınların dili Arapça ve Farsça olmuş, Türkçe ’ye düşünmeye yararı olmayan bir avam dili olarak bakılmıştır. Mevlana Celaleddin Rumi, bütün büyük eserlerini Arapça ve Farsça yazmış, onun yerine geçen ve Mevlevi tarikatının manevi başı olan oğlu Sultan Velet (1226-1312) Farsça yazdığı metinlere biraz Türkçe eklemiş, dizelerindeki esinleri de İran şiirlerinden almıştır.[187]

Mevlana’nın şiirlerinde Türkçe söz ve ibareler çok az olmakla birlikte oğlu Sultan Velet Türkmenler içinde giderek baskısını artıran Türk kültürü karşısında Türkçe şiirler yazmak lüzumunu hissetmiştir.[188] Bu durum tıpkı Mevlevilerin çok azınlıkta olduğu Amasya’daki Mevlevi tekkelerinde Babailerin adet ve kültürlerinin zorunlu kalınarak yaşatıldığına benzetilmektedir.

Mevlana’nın oğlu Sultan Velet Anadolu’ya Mevleviliği yaymak için elçiler gönderdiğinde Kırşehir’e de müritlerinden Şeyh Süleyman Türkmani’yi göndermiştir. Süleyman Türkmani Kırşehir’e yerleşerek bir Mevlevi tekkesi kurmuş ve Mevleviliği Kırşehir’de temsil etmiştir. Kırşehir’de Süleyman Türkmani’nin bir türbesi de bulunmaktadır.

Anadolu Selçuklu Sultanları yüksek İslam eğitimi almış olup, Arapçayı iyi bilmekte, aynı zamanda hepsi de Farsça bilip, konuşmaktadır. I. Kılıçarslan’ın oğlu Rükneddin Süleyman Şah gibi, kardeşi I. Gıyaseddin Keyhüsrev ile bunun oğlu I. Keykavus’da Farsî şiirler yazmışlardır ki, Anadolu Selçuklularının ünlü vezirlerinden Sahib Divan Hoca Bedrettin Horasanlı, Hoca Fahreddin Ali Tebrizli, İzzettin Ali bin Muhammed Reyli, Pervane’nin babası vezir Sahib Muhazzibeddin Ali Kaşanlı, Sahib Mecmettin Ebu Bekir, Şemşeddin Muhammed bn Mueyyit al-Tuğra’î de Farsî şiir ve inşanın öncülerinden olan İranlılardır.[189]

Tüm bunlara rağmen İran kültürünün tesiri daha önceki Türk şiirini birdenbire ortadan kaldıramadığı gibi İslamiyet’in kabulü de önceki Türk kavimi inançlarını birdenbire yok edemedi. Esasen Türkler, hiçbir yerde Arap-İran medeniyetine tamamen bağlı kalmış değiller. Türkler’ in kendi dillerini unutmaları da hiçbir yerde vuku bulmamıştır. Bununla birlikte Arap ve İran medeniyetinin Türklere tesiri o kadar kuvvetliydi ki Türk dili hiçbir yerde devlet ve medeniyet dili olamadı.[190]

Eserinde Türk dilinin ihmal edilmiş olmasından yakınan Aşık Paşa şöyle der:[191]

Türk diline kimseler bakmaz idi

Türkler’e her giz gönül akmaz idi

 

Türk dahi bilmez idi bu dilleri

İnce yolu ol ulu menzilleri

 

Bu Garipnâme ilen geldi dile

Kim bu dil ehli dahi ma’nâ bile

 

Türk dilinde ya’ni ma’nâ bulalar

Türk vü taçik cümle yoldaş olalar

 

Yol içinde birbirini yirmeye

Dile bakup na’niyi hoş görmeye

 

Tâ ki mahru kalmaya Türkler dahı

Türk dilinde anlayalar ol Hak’ı.

Türk diline kimse bakmaz; Türklere asla gönül vermezdi.

Türkler de kendi dillerini, incelikleri ve yüce menzillerini bilmezlerdi.

İşte bu Garibname, onun için yazıldı, söylendi. Böylece bu dili konuşanlar, ince manaları anlayabilsinler.

Türkler ve Tacikler Türkçe ile aynı manalarda buluşup yoldaş olsunlar.

Aynı yolda birbirini yermesinler. Dile bakıp da manayı hor görmesinler.

Türkler de bu bilgilerden mahrum kalmasınlar, Türk dilinde Hakk’ı anlayabilsinler.”

Aşık Paşa’nın eseri olan Garipnâme, On Bab (Fasıl)dır. Her babda on destan vardır. Kitap tatlı bir Türkçe ile yazılmıştır. Türkçe’si XIII-XIV. yüzyıl’ın Türkçe’sidir. Yapıt 12 bin beyt kadardır. Ahlaksal ve tasavvufi manzumeler tarzında olan bu yapıtın diğer bir adı da Mâ’rifnâme’dir. Eserin ilk sayfalarında yüce Çalab’a ve Hz. Muhammed Yalvaç’a sığınıldığına ilişkin sözler yer almaktadır. Bu sözleri onları öven cümleler izlemekte daha sonra “ yüce Allah’ın rahmetine muhtâç, Şeyh İlyas oğlu ve Ali Muhlis Paşa oğlu Ali’yimki Şeyh Aşık Paşa olarak tanınırım. Bunu Türk diliyle nazım olarak hazırladım.” denilmiştir.[192]

Aşık Paşa’nın Garipname’yi yazdığı dönem, Konya’da Fars(İran-Acem) dili yaygındır. Buna karşılık Kırşehir’de Süleyman Türkmani, Ahi Evran, Baba İlyas ve İshak’ın aile bireylerinin savunduğu Türk dili ve kültürü egemendir. Aşık Paşa Fars diline direnenlerin başındadır.[193]

Aşık Paşa’nın Garipname’sini yıllar sonra Mevlit’in sahibi Süleyman Çelebi görmüş ve son derece esinlenmiştir.[194]

Aşık Paşa, 3 Kasım 1333 tarihinde hayata gözlerini kapamış, ölümünden sonra da Kırşehir’de adına işlemeli sütbeyaz mermerle kaplı bir türbe yaptırılmıştır. Bu türbe, Kırşehir’de Kayseri asfaltı üzerinde ufak bir tepededir. İçerideki yatır bölümü kare biçiminde ve kubbelidir. Kenarları beş metre otuz beş santimdir. Ahşap sandukası kapının bulunduğu duvara bitişiktir. Ortada boş bir bölüm kalır. Kubbe sekiz köşeli olup Kırgız çadırına benzemektedir.

Aşık Paşa’nın yatır kitabesinde şöyle denmektedir. “Gizlilik bilgileri ıssı, aydınlatıcılar (mürşitler) başı, Yaradan’ın biricik eri Şeyh Paşa Muhlis’in, o da İlyas’ın oğludur. O bu aleme Ha’(Arap alfabesinin noktalı Hı harfi) ve aynı harfin Ebced tutarı 670’te (1271) geldi ve Zelece (Arap alfabesinde dal harfinden sonra gelen zel) lam ve cim harflerinin ebded tutarı 733 H.yılı (1333 ya da 1332 M. (yayıncı)) 13 safer Salı günü gecesi bu dünyadan uçtu.”[195]

Kırşehir’e nazır bir tepede bir sanat abidesi olarak bu türbeyi ziyaret edenler büyük şaire Türk dili adına şükranlarını sunarlar.

***

Nakleder ol kân-u eltaf-u kerem

Hacıbektaş-ı veleiy-yi muhterem

Kırşehri’de Ahievran ile

Oturup sohbet ederlerdi bile

Kırşehri’de neki var hâs u âm

Kıldı istikbâl hünkârı tamam‘

BABAİLER VE AHİLER

“Rivayettir ki, Hacı Bektaş Horasini Kadesallahu Sırrehülazizin Salih adlı aziz ile mülakat olduğunu ayan ve beyan eder:

Bir vakit Sultan Hacı Bektaş Veli Kırşehirine varmışlar idi. Ol vakit Kırşehrinde Seyyid Salih adlı bir er var idi. Ol Seyyid Salih mezarı yakınında bir tekye dahi var meşhurdur. Kaya tekyesi derler. Bektaşi hanedir.

Hazreti Hünkar ve Ahi Evran Padişah Şeyh Süleyman ve İsa mücerred  ve Seyyid Salih mezarı yerindeki halvette oturup sır sohbetini ederken meğer o aradan bir ırmak geçerdi……”(Hacı Bektaş Vilayetnamesi)

Vilâyetnâme’de  Ahi Evran’ın bir sohbet esnasında “Her kim, bizi şeyh edinirse onun şeyhi, Hacı Bektaş Hünkâr’dır” (Vilâyet-nâme, vr. 107b) denmesi Ahi Evran, Hacı Bektaş-ı Veli ilişkisine ilişkin elle tutulur ciddi bir işarettir.Hacı Bektaş Velî’nin en yakın dostlarından biri, Ahi Evran’dır. Vilâyetnâme’de ifade edilen bu ilişki dostane ve samimidir.

Her ikisi de Asya içlerinden gelen Horasan köklü olup Moğol istilasının önünden kaçan Türkmenlerle birlikte Anadolu’ya gelmiş, Anadolu’nun kargaşa ve kaos ortamında yaşamış bu ortamdan çıkış yollarını göstererek, bunun mücadelesini vermişlerdir Bu yüzden yaşadıkları dönemde ortak bir dinî/siyasi düşünüş ve anlayış birliği içinde olmuşlardır.

Hacı Bektaş-ı Veli, hemen tüm tarihçilere göre yüz yüze görüştüğü Baba İlyas’ın halifesidir.

Bugünkü İran toprakları içinde yer alan Horasan’ın Nişabur kentinde 1210 yılında doğan Hacı Bektaş, zamanıyla Türkistan’da etkili olan Ahmet Yesevi’[196]nin talebesi Lokman Parende’den dersler almış sonrasında Anadolu’ya gelerek Baba İlyas’la ilişki kurmuş onun halifelerinden biri olmuştur. Baba İlyas’ın torunları Elvan Çelebi ve Aşıkpaşazade’ye göre de Hacı Bektaş’ın kardeşi Menteş, Babai isyanlarına katılarak Sivas’ta asılmıştır.

Babai İsyanı’nın bastırılmasından sonra uzunca bir dönem ortalıkta görünmeyen Hacı Bektaş, nihayet Kırşehir’in Suluca Karahöyük’te ortaya çıkarak buraya yerleşmiş Babai isyanlarının kıyımından arda kalan “Kılıç artığı” Türkmenleri etrafında toplamıştır.

Karacahöyük’ün; Malya bozgunundan sonra Hacı Bektaş başta olmak üzere kıyımdan kurtulabilmiş pek çok kimseye ve dervişlere kapılarını açtığını düşünmek hiçte hayal olmasa gerek.

Esasen Babai ayaklanmasını büyük bir zorlukla bastıran Anadolu Selçukluları büyük bir kıyıma girişince Babailik akımı, Hacı Bektaş’ın şahsında yeni bir biçime bürünerek Bektaşilik olmuştur. [197]

Babai ayaklanmasının ağır bedellerinden dersler çıkaran Hacı Bektaş-ı Veli, Baba İlyas’ın öğretilerini düşün yoluyla gerçekleştirme çabası içine girmiş  Anadolu Türkmenlerini etrafında birleştirerek kültürel anlamda büyük görevler üstlenmiştir.

Hacı Bektaş-ı Veli Osmanlı Devleti’nin henüz kurulmadığı, Moğol yayılmasının kargaşalı döneminde Anadolu’ya gelmiştir.

“Osmanlı Tarihinin Maddesi” adlı eserini henüz tamamlamadan önce Kırşehir Cezaevi’nde yatan, bu süre içinde sık sık idari izinle Kırşehir merkezini dolaşarak[198] Kırşehir tarihine ilgi duyan ve araştırmalar yapan Dr. Hikmet Kıvılcımlı, eserinde Kırşehir’e ilişkin olarak şu notları düşer:

“Osmanoğulları’nın kaçınılmaz başarıları daha başlamadan bütün kutsallıklar Osmanlılığın politik ve askercil örgütlenmesi uğruna ılgar ettiler. Bu ılgar edişin en büyük ve köklü iki sembolü Şeyh Edebâli ile Hacı Bektaş oldu. Bu iki adamın Osmanlı politika ve askerlik hayatında oynadıkları yaman rol önemsiz birer tesadüfmüş gibi konulur. Her insancıl olayda olduğu gibi burada da tarihcil Determinizm yüzde yüz etkendir. Şeyh Edebâli’de Hacı Bektaş da Kırşehirli’dirler. Nitekim Türk dilini ilk güçlü savunan bilgin Ahmet, Kırşehri’de Anadolu’da Türk birlik ülküsünü şiirleştiren (sonra torunu ile ilk gerçekçi Osmanlı tarihini veren) Âşık Beşe de, bütün şehir üretmenlerinin kansız fütuhatına kucak açmalarını sağlayan Ahi Evran da hep Kırşehirli’dirler. Kırşehir gelişigüzel bir kasaba değildir. Anadolu’da Bizans’a karşı ilk serhat boyu olan Kızılırmak’ın Koçbaşı gibi batıya çıkıntılı yerinde ‘Kızılelma’ ülküsüne en önde yaklaşan bir kenttir. İlhanlı ve Selçuklu çöküşünden sonraki Türk dağınıklığına karşı ilk Türk’ün birlik çığlığını yükselten, birleştirici köy ve şehir örgütleşmelerini geliştiren bir ocak Kırşehir’dir. O tarihçil devrimler çağında sık sık buluşan ermiş üçler Kırşehir’de toplaşırlardı. Şehir üretmenlerinin örgütünün başı Ahi Evren ile Türk İlb’lerinin ‘ozan’ı  Âşık Beşe, o zaman debbak ahilerinin çalıştıkları Kırşehir ırmağı boyunca buluşurlar, köy üretmenleri örgütünün başı Hacı Bektaş’ı beklerler, orada ‘yârenlik’ ederlerdi. Kırşehirli Şeyh Edebâli’nin Osman’a kızını verişi gibi, o kızın karnından çıkacak çınar ağacının bütün dünyayı kaplaması rüyası da, yorumu da Kızılırmak Serhadinden Sakarya Serhaddine gelişin mitolojisidir. Bugün gerçek mitolijiler gibi, o Osmanlı ‘rüyası’ da, yalnız tarih sezilerinden kaynak almıştır. Yoksa, o anacık Babacık günlerinde kimin aklından eserdi Bursa’dan kalkıp da Kırşehir’in en ücra Suluca Karahöyük’ü önündeki Hacı Bekteş’in soluğundan  yeniçeri ruhunu çıkartmak? Bütün Osmanlı orduları bu mitolojik gerçekliklerin hamuruyla yoğrulacaktır.”[199]

Osmanlı’nın ilk yıllarında Anadolu’da genişleme politikalarının süreçleri içinde Bektaşiler ve Ahiler çok önemli katkılar sağlamışlardır.

Osmanlı Devleti’nin kuruluşu sırasında Anadolu’da Ahi, Babai ve Mevlevi tarikatlarının mevcut beylikler üzerinde etkileri görülmüş, ama Osmanlı Beyliği üzerinde Ahiler ’in ve Babailer ’in etkisi olmuştur. Osmanlı Devleti’nin daha temeli atılırken Ahi Reislerinin nüfuzlarından iyiden iyiye yararlanılmıştır.[200]

Osmanlılar, Babailer ’den kalan dini ve siyasi güçlerden yararlanarak dervişleri fetihlerde kullanmışlardır. Osmanlı kuvvetleri arasında Bektaşiler ve Hacı Bektaş’ın müritleri de bulunmaktaydı. Birçok Bektaşi dervişi Sultanların yanında fetihlere iştirak ederek gazi oldular. Osmangazi’nin kayınbabası olan Şeyh Edebali önemli ve de varlıklı bir kişiydi. Aynı zamanda Ahiyan Loncası’nın etkili bir üyesiydi. Edebali, gençliğinde Baba İlyas’ın müridi olmuştu. Baba İlyas’ın bir müridi de Hacı Bektaş’tı. Her ikisi de Babai İsyanına iştirak etmişler, isyandan kurtulup seyyah hayat sürmüşlerdir. Fethedilen yerlerin yeniden inşası ve işletilmesi gerektiğinden dervişler buralarda düzenleyici görev üslenmişler, hoşgörülü ve uzlaştırıcı bir davranış içinde olmuşlardır. Bu kolonizatör dervişler, çoğu zaman Bektaşi tarikatına bağlıydılar ya da Bektaşilere yakın olan Ahi ve Abdal gruplarındandılar.[201]

Gıyaseddin zamanında devletin resmi yaklaşımı Ahileri de dışlayarak Mevleviliğin eksenine oturmuştur.

Hacı Bektaş dergâhı meydan evi kapısında bulunan kitabede “Melik-i Meşayih sülâle-til Evliya Ahi Murat” tabirinin geçişi Osmanoğulları’nın Ahilerle Bektaşileri kazanmaya yönelik çabalarının büyük bir işaretidir. Ahi Evran’la  Hacı Bektaş ilişkilerini gözler önüne sermektedir.

Nakleder ol kân-u eltaf-u kerem

Hacıbektaş-ı veleiy-yi muhterem

Kırşehri’de Ahievran ile

Oturup sohbet ederlerdi bile

Kırşehri’de neki var hâs u âm

Kıldı istikbâl hünkârı tamam

Kırşehirli Şeyh Edebalî’nin kızı   ile Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Bey’in evliliği[202] Osmanoğulları’nın Ahiler ’in etkinliğinden faydalanmaları için somut şartlar oluşturmuştur. Ahiler ’in, Hacı Bektaş tekkesi ile olan sıkı ilişkileri de düşünüldüğünde, bu evlilik Osmanlı ile Hacı Bektaş tekkesinin ilişkilerini de olumlu yönde etkilemiş ve geliştirmiştir. Nitekim I.Murat döneminde 1363 yılında Sultana hizmet etmek üzere Hristiyanlardan seçilen disiplinli ve seçkin bir piyade gücü olarak kurulan yeniçeri ocağının piri Hacı Bektaş sayılmıştır.

Menakıbnameye göre Şeyh Edabali Baba İlyas’ın öğrencilerinden olup aynı zamanda halifesidir. Babai ayaklanmasından sonra takibe uğrayan ve göç ederek uca sığınan çok sayıda Babai dervişi gibi oda batıya gelenlerdendir. Genellikle göç sırasında Sultanönü ucuna gelenlerden medrese eğitimi almış olanlar Mahruse-i Sultanyükü/ Eskişehir’de kalmış, dede ve babalar kendilerine mensup Türkmenlerle Eskişehir-Kütahya arasında yer alan Türkmen Dağı’nın kuytu köşelerdeki köylere yerleşmişlerdir ki, Şeyh Edebali’nin Babai çevresine dahil olması kuvvetle muhtemeldir.

Yeniçeri ocağının Hacı Bektaş’ın ölümünden sonra kurulduğu düşünüldüğünde, Osmanlılar ’la Bektaşiler ’in ilişkilerinin Hacı Bektaş tekkesi düzeyinde sürdürüldüğü görülür. Zira, Hacı Bektaş’ın Osmanlı hanedanlarından hiç kimse ile konuşmadığı bilinmektedir. “Osmanlı Hükümdarı ile Hacı Bektaş münasebeti meselesinin sonradan uydurulduğu muhakkaktır.[203] “Bu Hacı Bektaş, Osmanlı hanedanından kimseyle konuşmamıştır”[204]

Osmanlı hanedanları, Hacı Bektaş’tan sonra Bektaşilerle ilişkilerini Hacı Bektaş Tekkesi düzeyinde sürdürmüş, geniş Babai kitleleri bu durumdan rahatsız olmuştur ki; bu durum birçok araştırmacılarca köy ve şehir Bektaşiliği şeklinde ele alınır. Prof. Dr. Yusuf Ziya Yörükan, Anadolu’da Tahtacılar ve Aleviler adlı yapıtında bu durumu belgeleyen ve bir koleksiyonu olan bir Babai’nin mektubunda  “Osmanlılar devrinde Bektaşiler serbest, Babailer gizli idi. Şükür biz Babailer bugünümüzde yaşasın cumhuriyet”[205] dediğini nakletmektedir.

Osmanlı Hacı Bektaş tekkesi ile ilişkilerini iyi tutmuş, tekkenin nüfuzundan alabildiğine yararlanmış, bu durum tekkeyi önemli ölçüde Osmanlı düzenine bağlamış, hatta XV.Yüzyıl’da Hacı Bektaş tekkesine Karaman, Aksaray ve Kırşehir’de vakıf köyleri ve vakıf malları sağlanmış tekke kesesine yıllık 5650 akçe girer olmuştur.[206]

Osmanlı’yla tekkenin uzlaşması medrese kültürünün belli ölçülerde tekkeye girmesini sağladıysa da geniş Türkmen Alevi kesimleriyle de ilişkilerine önem veren tekkede medrese suniliğine açık bir teslim oluş yaşanmamış, Mevlevi tekkelerinin aksine Türk dili kullanılmaya önem verilmiş, kökleri Şamanlığa kadar giden dans ve müzik törenleri korunmuş, suni sofu dogmacılığı yine yerilmiş, bağışlayıcı, insancıl tanrı anlayışı korunarak Anadolu’da kendince “halk İslamı” yaratılmıştır.

Selçuklu sarayı resmi dilinin ve edebiyatının Farsça olduğu devirde, Türk halkı arasına girerek kadınlı erkekli toplantılarda Türk dilinin, müziğinin, şiirinin, geleneklerinin korunması ve gelişmesinde Hacı Bektaş-ı Veli’nin, bu Türk bilim ve düşün adamının büyük emeği geçmiştir.[207]

Eski Türk gelenek ve göreneklerine karşı dönemin egemenlerinin öylesine resmi bir karşı koyuş yaşanmıştır ki; “Ahi Evran’ın kayınbabası Kirmani’nin kadınlarla bir arada oturması eleştirilmiş, Niğde’li kadı Ahmet bu duruma garazkörlük numunesi göstererek Niğde, Aksaray çevresinde ki Tabduklular’ın kadınlı erkekli Tasavvufi sohbet meclislerinde bulunmalarını, kız ve karılarını başkalarına piş-keş etme şeklinde anlatmış, Salih peygamber zamanındaki kötülüklerin bu Taptuklar arasında devam ettiğini bile öne sürmüştür.”. Ahi Evran’ın kayınbabası Kirmani ve benzer Türkmen dervişlerine yönelik bu saldırılar aslında Arap-Acem cephesinden bir saldırıdır.

Nitekim ‘Hacı Bektaş vilayetname’sinde bunun tersine Kirmani’nin kızı ve Ahi Evran’ın eşi Fatma Hatun için “Büyük bir Mürşide olduğu, yalnız genç kızları ve hanımları değil, erkekleri de irşat ettiği”anlatılmış keşif ve kerametlerinden bir çok örnekler verilmiştir.

Kadınlı erkekli bir Arada zikir ve meclislerde bulunma adetleri eskiden bu yana Türkmen Mutasavvıflarının adet ve gelenekleri olmakla kalmamış, Anadolu Selçukluları zamanında Türkmenler arasında da yaygınlık arz etmiştir.

Ahi Evran’ın kayınbabası ve eşi Baciyan-ı Rum örgütünün başı Fatma bacının (Kadıncık Ana) babası Evhadu’d-Din Kirmani de bu meşrebin öncüleri arsında olmuş, bu yüzden de dönemin egemenleri ve Mevlana’nın ağır eleştirilerine maruz kalmıştır. Mevlana’ya “Kirmani’nin genç delikanlılarla Sema durduğu fakat çok iffetli davrandığı” söylendiği zaman Mevlana’Keşke o kötülüğü yapsaydı da bu adet sona erseydi kötü yol olduğu bir an önce anlaşılmış olsaydı.’ demiştir.[208]

Bektaşilik Sünniliğe ve medrese iskolastiğine karşı cephe almış, Haydariler, Abdallar, Kalenderiler gibi benzer düşünceye sahip kitleler arasında yayılmıştır. Bektaşi edebiyatında da görülebileceği gibi toleranslı bir ruha sahip olması nedeniyle de kalabalık taraftarlar bulmuş, Horasana erenlerinin savaşçı vasfı dolayısıyla da askeri zümre tarafından kendilerinden faydalanılmış, Osmanlı’nın ilk kuruluş yıllarında bunların ileri gelenlerinin birçoğu savaşlara katılmış ve “Alperenler” diye anılmıştır ki söz konusu Alperenler Ahilik örgütlenmesiyle de alakalıdır.[209]

İslam’dan önceki dönemlerde Türkler arasındaki savaşçı kahramanlara Alp ya da Alp-eren denilirdi ki, bu niteleme Türk halkının adeta model kahramanıdır. İslam’dan sonra bu Alp’lik yerini Gazi’liğe bırakmış, fetihleri İslam’la da siyasa eden bir niteliğe bürünmüştür.[210]

“Alpler Devri” dönemin Anadolu’sunu kahramanlık ruhuyla doldurmuş, Acem kültürünün bozucu etkisi altında kalan Selçuklu hükümdarları bile bu etkin ve yaygın bir havadan etkilenmiş, bu yüzden Oğuz törelerine ve eski cengaverlik ananelerine bağlılıktan tamamıyla vazgeçememişlerdir.[211]

Aşık Paşa, Garipname adlı eserinde sık sık Alpler’den sözeder:[212]

Kanı ol  kim ister alp’lık adını

Almak ister düşmeninden dad’ını

 

Düşmenin kahr’eyleyub basmak diler

Başını at yanına asmak diler

 

Gelsün işitsün kim alplık neyimiş

Alplarun sermayesi niceymiş

 

Eydeyim bir bir sana ahvalini

Kim bilesin alperenler halini

 

Alplık eyleb değmeler ad almadı

Yağı’dan korkan durub dad almadı

Anadolu’da Rum Gazileri denen mücahid zümreler arasında yayılmış bulunan Bektaşilik Osmanlı yayılmasıyla Balkanlar’a sıçramış, Tuna boylarından Arnavutluk’a kadar alabildiğine geniş bir sahada tekkeler kurmuş, buralarda da önemli roller oynamıştır.[213]

Trakya ve Balkan ülkelerinin Türkleştirilmesinde ve İslamlaştırılmasında dervişlerin önemli katkıları oldu. Savaşlar sonrası, fethedilen yerlerin yeniden inşası ve işletilmesi gerekiyordu. Dervişlerin asıl faaliyetleri o zaman başlıyordu. Onlar düzenleyici ve insancıl davranışlarıyla halkın gönlünü kazanıyorlar, askerlerin gücüne olan ihtiyacı azaltıyorlardı. Hoşgörülü ve uzlaştırıcı bir davranış içinde oldukları için başarılı oluyorlardı. Kolonizatör dervişler, çoğu zaman Bektaşi tarikatına bağlıydılar. Ya da Bektaşilere yakın olan Ahi ve Abdal gruplarından geliyorlardı. [214]

Atatürk biyografisi ile dünya çapında ün kazanan İngiliz yazar Lord Kınross, Osmanlı Tarihi adlı yapıtında Yeniçeri ocağıyla Bektaşilik ve Ahilik arasındaki ilişkiler yönüyle şu saptamalarda bulunur:

“Hristiyanlığın yerine, kendilerine Bektaşi tarikatının daha esnek görüşlerine dayanan bir İslamiyet öğretilirdi. Bu tarikatın kurucularından olan Orhan Bey Bursa’da onlara dergahlar yaptırmıştı. Şeyhleri Hacı Bektaş-ı Veli bütün yeniçerilerini kutsar ve üzerinde kızıl hilal ve Osman Bey’in yatağanının bulunduğu sancağı verirdi. Hırkasının yenini sıradaki ilk askerin başının üstünden geçirir ve birliğin geleceği için şöyle derdi: ‘Yüzü ak, kolu güçlü, kılıcı keskin, oku sivri olacak. Her savaştan galip çıkacak, dönmeyecek’. Bu kutsamadan sonra yeniçerilerin Ahi başlıklarını andıran beyaz keçe külahlarına Hacı Bektaş’ın hırkasının yenini simgeleyen ve ponpon yerine, tahta kepçeyle süslü bir püskül takılırdı. Yeniçeri ocağının öteki birliklerden daha yüksek bir yaşam düzeyine sahip olduklarını simgeliyordu kazan ve kepçe. Kazanı kutsal bilirler ve yalnız yemek için değil, görüşüp tartışmak içinde çevresinde toplanırlardı. Kıdemlilere verilen adlarda, aynı şekilde mutfaktan esinlenmişti: Çorbacıbaşı, Sakabaşı vb.[215]

Osmanlı’nın ilk yıllarında birçok yüksek görevler için Anadolu kentlerinden yardımcılar getirilmiş, bu kentlerin başında da Kayseri, Konya ve Sivas’la birlikte Kırşehir de yer almıştır.

Öldürülünceye kadar Moğol istilasına ve Moğol-Selçuk işbirliğinde ifadesini bulan yönetime karşı mücadele eden Ahi Evran’ın mücadele azmi ve de Karaman, Denizli, Niğde ve Kırşehir’deki Türkmen hareketlerinin varlığı Osmanlı Devleti’ni ortaya çıkartan ciddi bir temel olmuştur.[216]

Kaynaklarda bir dönem Ahiliğin Denizli de yaygınlaştığını görüyoruz. Mikail Bayram’ın ciddi kaynakların tenkitlerini yaparak ulaştığı bir saptamaya göre, Ahi Evran’ın Babai isyanından sonra Konya’da beş yıl hapsedilmesinin ardından devrin yöneticilerine küserek bir uç kenti olan Denizli’ye gelmiştir. Nitekim Ahi Evran tutsaklıktan kurtulduktan sonra Denizli’de bulunduğu yıllar Antalya’da ki Ahi Yusuf Mescidinin yapıldığı yıla da rastlamaktadır.

Gıyaseddin’in ölümünden sonra iş başına gelen yöneticiler, Sadru’d-Din Konevi’yi ricacı olarak Denizli’ye gönderip Ahi Evran’ Konya’ya davet etmişlerdir. Ahi Evran 1248 yılında Denizli ‘den ayrıldığında yerine Ahi Sinan’ı vekil olarak bırakmıştır. Aynı dönemde Antalya’da ki Ahi Yusuf’un da Ahi Evran’ın Antalya’da ki vekili olduğu ve hatta Ahi Evran’ın kayın atası Kirmani’nin talebeleri arasında yer aldığı bildirilmektedir.

Ahiler, Moğol-Selçuk İttifakında ifadesini bulan yönetime değil sonradan yıldızı parlayacak olan Osmanlı Beyliğinin gelişip güçlenmesine katkı sağlayacaktır.

Ahiler bu dönemde yeni fetih edilen kentlere, Türkmenler ’in yerleştirilmesinde sayısız yararlılıklar göstermiş, bu kentlerde lonca üyeleri olarak oluşturdukları manevi yardımlaşma topluluğu ile yerlerini almışlardır. Nitekim bu zamanda Ahi Şeyh Edebali’nin yeğeni Ahi Hasan, öne çıkar. Ahi Hasan Osman Bey’in seferlerine katılır. Bursa’ya yerleşerek bir tekke yaptırır. Osman Bey öldükten sonrada mirasın bölüşümünde hazır bulunur.[217]

Aşıkpaşazade, Osman Gazi zamanında ulemadan Dursun Faki’yi dervişlerden de Baba Muhlis’i, Osman Gazi’nin kayınatası Şeyh Edebali’yi ve de Ahi Hasan’ı kerametleri olan duaları makbul azizler olarak gösterir.[218]

Aşık Paşa oğlunun “duaları makbul ve kerametleri zâhir olmuş azizler” dediği bu kimseler Osmanlı ile Anadolu’yu birbirine bağlayan yegane köprüdür.

Şeyh Edebali son zamanlarda kızı  ve torunu Alaaddin’le birlikte Bilecik’te oturmuş. Bilecik’e bağlı Kozağaç köyünün öşür, hasılat ve bunların iyaşesi de kendilerine tahsis edilmiştir.[219]Şeyh Edebali’nin kızı ve Osman Bey’in karısı Rabiya veya Bal Hatun, kendilerine verilen köyü tekkeye vakfetmiştir.[220]

Sapanca bölgesinde Süleyman Paşa, bir köprünün yapımı için topraklar vakfetmiş, yönetimine de Ahiler’i getirmiştir. Orhan’ın oğlunun anısına İznik’te yaptırdığı zaviye, Karaoğlan takma adını taşıyan Osman İbn Yusuf’ça yönetilir. Onun bir oğlu olan Ahi Mustafa da, yöneticilik görevini Babasının ölümünden sonra üstlenmiş, Orhan’ın kızı Hatice de Ahi Turca yararına bir zaviye yaptırmıştır. İbn Batû da Anadolu’yu dolaşırken Balıkesir’e, Gürle’ye ve Geyve’ye gelerek Mudurnu’da da Ahilerin baktıkları bir zaviyede kalmıştır.[221]

Ahiler, Osmanlı toplumunun kuruluş döneminde işin bizzat içinde ve güçlü bir konumda olup, ölen Hükümdarın yerine kimin geçeceği noktasında da söz sahibi olmuşlardır. Nitekim Orhan Bey’i beylik makamına Ahiler getirmiştir.[222]

Sultan Murat’ın en küçük kardeşi Mustafa’yı nasıl bertaraf ettiği noktasında Ahiler’le Sultan Murat işbirliğinin de alabildiğine somut ipuçları vardır. Şehzade Mustafa, Germiyanoğulları ve Karamanoğulları’nın desteği ile Bursa üzerine yürüdüğünde Ahiler’den Ahi Yakup ve Ahi Kadem, şehzadenin lalası Şarapdar İlyas’la ilişkiye geçerek bu işten vazgeçmesini istemişler, Şarapdar İlyas, Ahiler’ den aldığı armağanlarla bu isteği kabul ederek Şehzade Mustafa’yı Sultan Murat’a götürmüş, Şehzade Mustafa’nın “kardeşim bana kıyar” demesine rağmen Mustafa’yı Sultana teslim etmiş. Sultan da, cellada emir vererek Şehzade’yi öldürtmüştür.[223]

Bir yandan yerli Bizans esnaf ve sanatkarlarıyla rekabet eden Ahiler, diğer yandan Moğol saldırılarına karşı meslek eğitimi yanında kılıç kullanma, ata binme ve atıcılık gibi alanları da kapsayan askeri eğitim de vermişlerdir. Nitekim Kayseri’nin Moğollara karşı savunmasında Ahiler ’in ciddi bir güç olarak ortaya çıkışı, bu gerçeği doğrulamaktadır.

Büyük zenginlikleri elinde toplayan Mevlevilerle Ahiler arasında sürekli olarak çatışma hep mevcut olmuştur.

Anadolu Selçuklu Devleti Moğol kuşatması altında, kukla duruma düşünce Kuran’ı kaynak gösterip Moğol hanlarını destekleyen ve düzenin dinsel fetva ayağını oluşturan Mevlevi Sultan Veled vaktiyle Ahi Zanaatkarların cephesini kastederek “Soyu olmayanlar yükselecek ve en önemli makamlar aşağı düzeyde kişilere verilecektir.’ diyerek 1. Alaaddin Keykubat’ın bir düşünü yorumlamıştır ki aslında bu tedirginlik bile Ahilerin yüzünden Mevlevilerin zaafa uğratılması kaygısının ta kendisidir

Aslına bakılırsa Ahiler; çeşitli Sanat dallarıyla ve Zanaat’ karlılıklarıyla feodal bir düzen içinde kaçınılamaz olarak gelişecek, üretim, ve paylaşım ivmesi yönüyle, bir erken sanayileşmenin  filizi dolayısıyla feodal sisteme karşı bir mücadele cephesi açmıştır.

Nitekim Ahiler feodallere karşı savaşım yürütürken Hristiyan Zanaatçıları da yanına almışlardır. Daha önemlisi ayinleri sunilikten kopan Ahilerin kişiliğinde Hristiyanlar Ahileri ekonomik ve dinsel müttefik yakınlığı içinde görmüşlerdir.

Osmanlı kuruluş döneminin Türkmen aristokrasisi; Ahiler, Muharrip Gaziler, Alpler ve Türkmen kabilelerine dayanan Osmanlı Beyliği’nde “egemenlik” unsurları olmasına karşın, sonraları İslami nitelikte bir “Sultan” kimliği kazanılmasıyla Osmanlı padişahları her türlü siyasi gücü kendi ellerinde toplamışlardır.[224]

Osmanlı kuruluş yıllarında Anadolu’da yaygın bir şekilde rastlanan Heterodoks tarikatların siyasal üst yapı üzerinde ciddi bir etkileri bulunduğunu düşünmek gerekir. Ortaçağın bütün Türk-İslam devletlerinde görüldüğü gibi bir kapıkulu yaratmak çabasına girilmiş, bu kapıkulu beylik, imparatorluğa dönüştükçe kendi halkının geleneği, dili, kültürü ile değil, Osmanlı sarayıyla kaynaşmış, böylece Anadolu dokusunda başlangıçta egemen olan etkin güçler, saf dışı edilmiş, Türkmen aristokrasisinin de, Ahiler ’in de ağırlıkları ve fonksiyonları ortadan kaldırılmıştır.[225]

Ahiler ’in Osmanlı devletinin kuruluşundan Fatih Sultan Mehmet zamanına kadar vezirlikleri elde tuttukları Çandarlıların da Ahi ve de Osman Bey’in kayınpederi Şeyh Edebali’ye akraba olduğu bilinmektedir.[226]

Kırşehir. Ahi Evran Anıtı.

Ahi Evran üzerinde tarihsel gerçeklere uymayan birçok secere ve fütüvnamelerde Hz. Muhammed’in amcası Hz. Abbas’ın oğlu ve İmam Ali’nin damadı gibi, sözde bilgi dayatmaları, dahası “Evren” lakabının Ahi Evren’in Bedir gazasındaki başarılarından dolayı verildiği gibi uydurma bilgiler konuyu kutsallaştırmak için efsanelerle süslemekten öte bir anlam taşımamaktadır.[227]

Ahi Evran’ın hayat ve şahsiyetini anlatan secerenâme özeti, kronolojik olarak gerçeklere uymaz. Çünkü XIII. yüzyıl’da doğduğu kesin olan Ahi Evran’ın, Bedir savaşına katıldığını kabul etmek mümkün değildir. Secerenâmelerde Ahi Evran’ın Hz. Ali’nin kızıyla evlenmiş olarak gösterilmesi de öyledir.[228] Burada yapılmak istenen kaynak fütüvvetnamelere göre, fütüvvetin ilkin Hz. Muhammed’e gelmiş, ondan da Hz. Ali’ye geçmiş olmasıyla ilintilidir.

Geniş halk kesimlerine nüfuz edebilmek için dönemin tarihkat yapılarında hadiseleri kutsallaştırmak yönünde mistik boyutlar hep öne çıkmıştır. Ahi Evran’ın Kırşehir’de bulunduğu sıralarda Mekke’den kılınan namazları yönettiği bu noktada ilginç bir örnektir. Yine aynı şekilde bu örnekler Alevi-Bektaşi inançlarında da görülür ki, bunlardan biri de bugünkü Ankara’ya bağlı ve Kırşehir’e yakın bir noktada bulunan Hasandede’nin Kabe’yi Hasandede kasabasına getirdiği şeklindedir. Esasen insan ruhunun bedenden ayrılıp başka iklimlere gitmesi motifi Ahiler ’de de, Alevi-Bektaşiler ’de de Şamanlıktan kalma izlerin bir ortak paydası gibidir.[229]

Hicri 676 tarihli Ahi Evran Vakfiyesinde, o zamanki Kırşehir’in neredeyse yarısının vakfedildiği görülmektedir.[230]

Kırşehir ve Ankara, Osmanlılar tarafından ilk defa Sultan Orhan zamanında Osmanlı mülküne katılır. Osmanlıların Kırşehir ve Ankara’daki iktidarının bu dönemde çok sağlam olmadığı Ahiler’ in bölgede kendilerine özgü bir idare kurdukları bilinmektedir.[231]Sonradan I. Murat döneminde, bu bölge ikinci defa ve kesin olarak Osmanlı mülküne geçmiştir (  1362).

Ahiler ’in Ankara’yı Osmanlılara tesliminde oynadığı rol; “Düzme Mustafa” olayında Bursa’da oynadıkları rolün aynısıdır.[232]

Karamanoğlu Alaaddin Bey, Osmanlı Hükümdarı I. Murat’ın kızı Melek Hatun’la evlenerek, Osmanlı hanedanıyla akraba olmuşsa da Osmanlı’nın Rumeli’den başka Orta Anadolu’ya doğru yayılarak, Karamanoğulları’na komşu olacak kadar ilerlemeleri Karamanoğlu Alaaddin Bey’i tedirgin etmiş. Karamanlılar, Sultan Orhan zamanında nüfuz edilen Ankara ve Kırşehir yöresini Orhan’ın ölümü üzerine Osmanlı’dan tamamıyla alma yoluna giderek bölgede etkin olan Ahiler’i bu işte kendilerine yandaş etmeye çalışmışlardır. Ahiler, bu bölgede bir süre iktidar kurmuşlar, sonra da I. Murat’a karşı tutunamayıp 1362’de Ankara’yı yeniden Osmanlı’ya teslim etmişlerdir.

Ankara’da Ahi Cumhuriyeti

Ankara’nın Osmanlılarca ele geçirilmesinden önce, bu bölgede bir Ahi Cumhuriyeti’nin varlığından bile söz edilmektedir. Esasen Ankara’nın Osmanlılarca Ahiler’ in elinden alındığı da bilinmektedir.[233]

Bahsi geçen Ahi Cumhuriyeti’nin başı da Ahi Serafeddin ve Ahi Hüseyin Efendi’ler olmuş, Ahiler bu bölgede  , 50-60 yıl varlık göstermişlerdir.[234]

Yine bazı kaynaklara göre, Ankara Ahileri Sultan Murat’ı tanımayarak, Ankara’da Osmanlı muhafızlarını kovmuşlar, Karamanoğulları da bu durumdan kendileri lehine yararlanmaya çalışmış, Sultan Murat bu gelişmeler üzerine Ankara Kalesi’ne saldırarak kenti ele geçirmiştir.[235]

Hoca Sadettin Efendi’ye göre, Ahi adını taşıyan topluluk istiklal davasına düşerek Ankara Kalesi’ni ve çevresini ele geçirmiş, sonra da Osmanlı’ya karşı direnemeyeceğini anlayınca da boyun eğip kalenin anahtarını Osmanlı’ya teslim etmişlerdir.[236]

İktisadi esaslara dayanan, bir tür esnaf örgütlenmesi kuran Ahiler, Anadolu’da Türkmen kavimlerinin bulunduğu bütün vilayet, şehir ve köylerde örgütlenmişler, yabancıların korunması, doyurulmasını, yerleştirilmesini organize etmişler, evlenmemiş gençlerin sanat sahibi olanlarını toplayıp, içinden reis seçmişler. Cemiyetlerine “fütüvvet” denmiş, reisler zaviyeler kurmuşlar. Esnaf kazançlarıyla finanse edilen zaviyeler zamanın toplumsal yapısı içinde ciddi bir güç ve itibar oluşturmuştur.

Genç işçileri, başıboş şehir kabadayılarını sosyal-etik kurallar yönüyle terbiye etmeye çalışan fütüvvet; bu kuralları İslami müeyyidelerle güçlendirmeye çalışmış, işsizliği ve başıboşluğu reddetmiş, ustaya mutlak itaatı, iş disiplilinini ve kanaatkarlığı öngörmüştür.[237]

Dericiler loncasının şeyhi olan Ahi Evran, loncalar hareketinde becerileri ile veli mertebesine çıkartılmış, şöhreti ve etkinliği çevreye yayılmıştır.

Osman Bey’in faaliyeti esnasında, Anadolu’da Ahilik ve Babailik, iki mühim tarikat olarak belirmiştir.[238]

Nitekim Sultan Murat’ın Ahiler ’den kuşak kuşanması, tümüyle Ahiler’ in nüfuzundan faydalanarak Osmanlı mülkünü daha da genişletmek amacı gütmüştür.

Murat’ın, Gelibolu’daki Ahi reislerinden Ahi Musa’ya verdiği 14 Mart 1366 tarihli icazetnâme ve vakıfnâmede[239] yer alan kayıtlarda, Ahi reisliğini de üstlendiği ortaya çıkmaktadır.

Fütüvvetçilerdeki fütüvvete girme törenleri gibi Ahi olma törenlerinde de kalfanın usta oluşu töreninde kuşatma işlemi vardır ki, (şed ya da önlük) yüksek rütbeli yöneticiler ve hatta hükümdarlar da Ahi olurlarken dönemin ileri gelen Ahilerinin elinden şet kuşanarak Ahi unvanını almışlardır.[240]

1330’lu yıllarda Fas’ın Tanca şehrinde Anadolu’ya gelip Ahi zaviyelerinin pek çoğunda şölenlere konuk olan İbn Batuta lakabıyla şöhret yapan ünlü gezginin, Ahilerle ilgili gözlemleri oldukça ilginçtir ki, burada bir kesitini aktarmakta yarar buluyorum:

“Müfredi Ahi, Ah-kardeş sözünün, Müfred birinci şahıs şeklinde söylenmesinden meydana gelmiştir. Bunlar Anadolu’ya yerleşmiş bulunan Türkmenler ’in yaşadıkları her yerde şehir, kasaba ve köylerde bulunmaktadırlar. Memleketlerine gelen yabancıları karşılama, onlarla ilgilenme, yiyeceklerini, içeceklerini, yataklarını sağlama, ihtiyaçlarını giderme, onları uğursuz ve edepsizliklerin ellerinden kurtarma, şu veya bu sebeple bu yaramazlara katılanları yeryüzünden temizleme gibi konularda bunların eş ve örneklerine dünyanın hiçbir yerinde rastlamak mümkün değildir. Ahi; evlenmemiş, bekar ve sanat sahibi olan gençlerle diğerlerinin kendi aralarında bir topluluk meydana getirip seçtikleri bir kimseye denir. Bu topluluğa da Fütüvve-gençlik adı verilir. Önder olan kimse bir tekke yaptırarak burasını halı, kilim, kandil vb. eşya ve gerekli araçlarla donatır. Kardeşler, gündüzleri geçimlerini sağlayacak kazancı elde etmek üzere çalışırlar ve o gün kazandıkları parayı ikindiden sonra topluca getirip öndere verirler. Bu para ile tekkenin ihtiyacı karşılanır.”[241]

Şevket Süreyya Aydemir “Tek Adam” adlı yapıtında Mustafa Kemal’in Sivas Kongresi’nin ardından Kayseri, Kırşehir, Kaman üzerinden Ankara’ya gelişini anlatırken, Ahiler ’den ve Loncalardan bahsetmeden geçemeyip, şu notları düşüyor:

“Ankara gerçi haraptı, ekonomi hayatı gerçi çökmüştü, fakat kuvvetli gelenekleri olan bir şehirdi. Halkın sosyal yaşantısında kökleri nice asırlara varan ve artık kutsal anlamlar almış halk kuruluşları, henüz ayaktaydılar. Mesela Loncalar. O Loncalar ki; kökleri, kuruluşları, kuralları ve hakları fütüvvetnameler şeklinde kutsal ve tarihi belgelerle nizamlanmıştır. O Loncalar ki; aynı zamanda asırlarca, mesela Ahilik teşkilatı içinde dini tarikatlar gibi yaşatılmıştır. Fakat bu Ahilik ve Loncalar, aynı zamanda halkın iç idarede, siyasi hak dayanakları ve siyasi iktidar organları da olabilmişlerdir. Öyle ki, Konya Selçuk Devleti, Moğol istilası altında çöküp yıpranıp da Anadolu çeşitli bölge devletlerince parçalanırken, Ankara’da Loncalar, iktidarı ele almışlar ve Osmanlı’nın  Ankara’yı fethine kadar burada bir Ahiler devleti şeklinde gelenek, emek ve barış prensipleri içerisinde ilgi çekici bir dürüstlükle devam etmişlerdir.”[242]

Anadolu’da Selçuk Moğol etkisinin çökmesiyle, Türkmen beyleri ile Ahiler arasında ciddi bir yakınlaşma olmuş Türkmen beyleri, Ahiler’ in güçlerini resmen tanımış, Ahiler beylerden saygı görmüş, hatta bir beyin bulunmadığı kentlerde Ahi başkanları o kentin gerçek hakimleri olmuşlardır ki, bunun en somut örneği Ankara’da görülür. Kitabelerde bir Ahi başkanının adı geçer.[243]

Kırşehir’li Ahi Evran’ın ölümünden sonra onun yerine geçtiğini söyleyen  Ahmet Gülşehri, İranlı Attar’ın Mantıku’tayr (kuşların dili) adlı eserini 1317’de Türkçe’ye uyarlar ve kitaba Ahiler’in örgüt ve ahlak kuralları üstüne sosyal-tarihsel nitelikte ilginç bir parça ekler. Kısa, lirik şiirlerin de yazarıdır o .[244]

Gülşehri’nin çevirisini yaptığı ve Türkçe ’si “Kuşların Dili” olan eserin benzer bir adı Kırşehir’de “Kuşdilli” olarak bilinen bir mahallenin de adıdır.

Gülşehri, Felekname adlı eserinde tanrıya dönme nasihatlarını ruh yapmakta, Mantıku’t Tayr eserinde de bu görevi bir kuş olan hüdhüd yapmaktadır.

Cevat Hakkı Tarım, Ahmet Gülşehri ile ilgili olarak şu bilgileri nakleder:[245]

“Ahmedi Gülşehri Keramat-ı Ahievran adlı eserinin 150.  Sayfasındaki;

“Ahievran ile Gülşehri adı

Câvidân Kala ki tatludur tadı…”

Beyitinden, Ahmet Gülşehri’nin Gülşehir’li yani Kırşehirli olduğunu anlıyoruz. O elli yıl Ahi Evran’ın şahsiyetinde erimiş, onunla birlik yaşamıştır.

Elli yıl ben ansuz durmadum

Yazu yaban ve doruğun görmedüm

Hatta Ahi Evran, kendisinden sonra zaviyesini Gülşehri’ye ısmarlamış:

Ahievran bize çok lütfeyledi

Buçuk arşun yeri bize bağışladı

Etti bu yeri sen kıldın kabul

Senden artuk kimsenün yerü değûl

Bu nişân yerinde hem âlemde pâk

Bir nişân eri oturmağu gerek…”

Gülşehri’nin Küçük Asya’nın Moğol istilası altındaki yaşamı boyunca Moğollar’a karşı olan tutumu ne Babailer’le, ne de Ahilerle uyuşur. Gülşehri tam tersine Moğol Gazan Han’ı över.

Gülşehri’nin Kır-Şehri olduğu hakkında, Hacı Bektaş vilayetnamesindeki kayıtda, Ahi Evran secerenâmesine bakılırsa, bu büyük mutasavvıf şairin, Selçuklu döneminde adı Gülşehri olan, Kırşehir’li olduğu ortaya çıkar.[246]

Kırşehir’in adı, Anadolu Selçukluları döneminde “Gülşehri’dir.

Bugün eski adı Arapsun olan ve Nevşehir’e  bağlı bulunan ilçenin adı olmuştur. 1735’te o dönem Kırşehir’e bağlı olan Arapsun kazasında doğan ve Karavezir lakabıyla ün yapan I.Abdülhamit’in vezirlerinden Seyyid Mehmet Paşa, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın “Mustora” yı “Nevşehir” yaptığı gibi, Arapsun’u kaza haline getirerek “Gülşehri” ismini verdirmiş bu kaza uzun dönem Arapsun olarak anılmış, sonrasında “Gülşehri” olmuştur.[247] Bundan dolayıdır ki eski adı Arapsun olan Gülşehrililer, Ahmet Gülşehri’yi kendi kazalarına ait bir şahsiyetmiş gibi ortaya koyarak yanlış bir bilgi notu düşerler.

Gülşehri, İran’lı Attar’ın Mantıku’t-Tayr’ını tercüme ederek ve genişleterek 1317-1318’de yazdığı bu tercümesinde kuşlardan birine fütüvvet ve Ahilik hakkında bir soru sorarak, sonra ona hüdhüd ağzından cevap vermekte, ona göre Ahilerin alnı, sofrası, kapısı açık olmalıdır. Bu sıfatlardan başka, Ahilik için daha bir takım menfi sıfatlar da sayan şair Gülşehri, onların şeriata çok bağlı olmaları lüzumundan söz ediyorsa da nihayette zamane Ahilerinin bu vasıflarının binde birine bile haiz bulunmadığından uzun uzun şikayet ediyor.[248]

Bu İranlı mutasavvuf Şeyh Attar’la (Şeyh Feridedin-i Attar) Mevlana henüz çocukken, Nişabur’da karşılaşmış bu Şeyh de “Esrarname” adlı kitabını Mevlana’nın Babasının yanında Mevlana’ya armağan etmiş, sonradan Mevlana da esrarnamede geçen hikayelerden kendi mesnevisine de iktibas etmiştir. Bu yüzden de Mevlana için “Attar’ın sırlarına erişmiştir” denmiştir.[249]

Ahilik, Anadolu’da mı yaratılmıştır? Ahilik büyük çoğunluğu henüz yerleşik yaşama geçmemiş Orta Asya Türkleri arasında mı ortaya çıkmıştır? Yoksa Ahilik dönemin gelişmiş şehirli sosyo-ekonomik yapıyı çok uzun dönemden bu yana tanıyan ve yaşayan benzer teşekkülleri daha önce ortaya koymuş İran’da mı çıkmıştır?[250]

Attar’dan önce “889’da vefat ettiği bilinen ünlü Sûfi Sehl-i Tüsteri’nin zamanında bir Ahi İbrahim’den bahsedildiği, ayrıca Molla Câmi’nin Nefehâtü Lüns’ünd 1048’de ölen İranlı bir Ahi Fereç Zencâni’nin yaşadığı da bilinmektedir.[251]

Hemen bütün araştırmacılar, Ahiliğin fütüvvet ile alakasının üstü örtülü veya açık olarak kabul etmişlerdir. Ahilik fütüvvet teşkilatı ile çok yakından ilgilidir. Ahilik, niçin fütüvvet kurumunun ortaya çıkışından önce değil de sonra doğmuştur? Öyle ya da böyle, Ahilik, günümüzden tamamen farklı sosyo-ekonomik değer hükümlerine ve şartlara bağlı bulunan İslam, Ortaçağ Müslüman toplumlarının ortaya çıkardığı bir kurumlaşmadır.[252]

Bu anlamda Ahi Evran, Ahiliğin kurucusu değil 13.yüzyıl Anadolu’sunda Anadolu Ahiliğini belki yeniden sağlam bir örgütlenmeye kavuşturan şahsiyetlerden önemli biridir.[253]

Kaynaklar Ahi Evren Şeyh Nasırü’d Din Mahmut’un Azerbaycan’ın Hoy Kasabasından 1205 yılında Anadoluya geldiğine, ilk olarak Kayseri’ye yerleştiğine işaret etmektedir ki Ahi teşkilatı bu yıldan sonra Kayseri’de kurulmuş buradan Anadolu’nun diğer şehir ve kasabalarına yayılmıştır. Ahi Evren’de ifadesini bulan toplumun,refah ve mutluluğu için, her sanat kolunun teşvik ve himaye edilmesi, dahası bütün sanat kollarının, tüm sanat erbabının belirli bir yerde toplanması fikri daha XIII. yy’da feodalizme karşı erken bir  kapitalist  uygarlık açılımıdır.

Ahi Evren’in Siyaset-Name’sinde(Sultanlara ve Devlet adamlarına öğütler.) geçen şu görüşler, böylesi bir ileri açılımın “yazım belgesi” niteliğindedir:

“Allah insanları, yemek, içmek, giymek, evlenmek, mesken edinmek gibi bir çok şeylere muhtaç olarak yaratmıştır. Hiç kimse kendi başına bu ihtiyaçları karşılayamaz. Bu yüzden demircilik, marangozluk gibi çeşitli meslekleri yürütmek için çok insan gerekli olduğu gibi, demircilik ve marangozlukta da bir takım alet edevatla yapılabileceği için bu alet ve edevatı tedarik için de çok sayıda insana ihtiyaç vardır. Böylece insanın ( Toplumun) ihtiyaç duyacağı bütün sanat kollarını yaşatılması gerekir. O halde toplumun bir kesiminin sanatlara yönlendirilmesi ve her birinin belli bir sanatla meşgul olması gerekir ki toplumun ihtiyacı görülebilsin”[254]

Mikail Bayram’ın; Ahi Evren’in kayınatası Kirmani’nin yakınlarından biri tarafından kaleme alınmış olduğunu duyurduğu “Menakıp-i Şeyh Evhadü-d-Din-i Kirmani” adlı eserde, Kayseri de bir dericiler çarşısı bu çarşının bitişiğinde külahdüzler çarşısı, bu iki çarşı arsındaki Cami ve zaviyeye bitişik olan evde de Kirmaninin kızı Fatma Hatun’un ikamet ettiği evin bulunduğunu duyurmaktadır. Ayrıca bakırcılar, dokumacılar ve örgücüler çarşısından İstanbul ve diğer Rum bölgelerine halı ve kilim ihraç ettikleri bildirilmektedir. Bu süreç Ahilerin Selçuk Devleti tarafından benimsenip kabul gördüğü bir dönemdir.

Ahiliğin bir orta çağ İslam fütüvet hareketi içinde doğduğu ne kadar gerçek ise, Anadolu Selçuklular zamanında esnaf ve zanaatkarlar kuruluşu haline geldiği ve bir anlamda “Küçük Asya Fütüvetçiliği “ şeklini aldığı da bir gerçektir. Ahi Evran’ın eşi ve Kirmani’nin kızı Fatma bacının başında bulunduğu Anadolu bacıları örgütü( Baciyan-ı Rum)de Ahilik teşkilatı ile birlikte  Kayseri de  kurulmuştur. Bir anlamda Ahiliğin kadınlar kolu olan bu örgütü meydana getiren Ahiler ’in kızları ve hanımları da Kayseri’de ki bu sanayi sitelerinde kendilerine uygun sanat dallarında hizmet vermişlerdir.

Kaynaklar Anadolu Selçuk dönemi boyunca, Ahiliğin en fazla rağbet ve himaye gördüğü dönemi Sultan Alaadin Keykubat dönemi olarak (1221-1237) göstermektedir. Zaten bundan sonrası II. Gıyaseddin Keyhüsrev dönemidir ki (1237-1245) Ahi Evran’da dahil tüm Mutasavvıf Türkmen Şeyh’lerinin ve Türkmenlerin dirlik ve düzenlerinin bozulduğu, Selçuk Sultanlığının  kendi halkına yabancılaştığı ve hatta Kırım ve kıyam yaptığı bir dönemdir. Bu dönemde Ahi Evran Babai isyanı ile ilişkilendirilmiş, Konya’da Beş yıl hapis yatmış, eşi Fatma Bacı çaresizlikler içinde Hacı Bektaş’ı Veli’ye sığınmıştır. Babailerin, Ahilerin tekke ve zaviyelerine el konulup Mevlana’ya ve Mevlevilere yakın şahıslara verilmiş, Türkmen dervişlerinin ve ileri gelenlerinin büyük kısmı da uç’lara doğru göç etmek durumunda kalmışlardır.

İslamiyet’in ilk yıllarından itibaren Araplar arasında kurulmaya başlayan ve zamanla Tasavvufi bir mahiyet kazanan fütüvvet (fityan) toplulukları Ahiliğin kaynağı olarak çıkar karşımıza. Nitekim İslamiyet’in yayılmasına paralel olarak Irak, İran, Türkistan, Semerkant, Endülüs ve Mısır gibi ülkeler yanında Anadolu’da da yayılma imkanı bulan Ahilik, zamanla birçok devlet adamlarına, kadı, müderris ve tarikat şeyhlerini bünyesinde toplamış, köylere kadar yayılarak devlet otoritesinin zayıfladığı her yerde mahalli otoriteyi sağlamış, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda da büyük bir rol oynamıştır.[255]

Kanuni Sultan Süleyman dönemi Anadolu tapu (tahriş) kayıtlarında, Anadolu’da 623, Karaman’da 272, Rum’da 205, Diyarbakır’da 14, Dulkadir’de 57, Paşa Livası’nda 67, Silistre’de 20, Çime’de 4 olmak üzere toplam 1262 Ahi ve Bektaşi zaviyelerinin faaliyette bulunduğu gözlenmektedir.[256]

Ahiler, Anadolu’da kent yaşamının düzenleyicisi bir esnaf örgütü olmanın yanında, kendilerine bağlı gençlik örgütleri vasıtasıyla askercil bir gücü de ellerinde tutmuşlardır.[257]

Anadolu’da şehirlere yerleşen Türkmenler arasında yerleşik düzene yönelik çabalarda “Türk-İran” medreselerinin varlığından ciddiyetle söz etmek gerekir. Bu durum, Selçuk Sultanlığının kurumlarını sağlamlaştırmak için İslam’ı siyasa ederek, Türk–Müslüman toplulukların idaresini İslami esaslar dahilinde sağlamak gayesi gütmekle ilgilidir ki; ele geçirilen şehirlere İran’dan kadı tayin edip yollamak da bu niyeti iyice açığa çıkartır.[258]

Bir yandan kendilerini yurtlarından eden Moğollara, diğer yandan Selçuk devletinin önemli ölçüde kolladığı Rum esnaf ve sanatkarlarının mallarıyla rekabet etmeye ve varlıklarını devam ettirmeye çalışan Ahiler’ in, kendi aralarında bir örgütlenme gerçekleştirerek dayanışma sağlamaları, onları ülke çapında saygın bir konuma getirmiş, sosyal, iktisadi ve yer yer askeri nüfuzunu artırmıştır.

Her ne kadar Ahiler’ in Anadolu’ya beraberinde getirdiği kültür, şeriat noktasında  İran izleri taşıyorsa da, Türker’in eski dinleri olan Şaman kültürü ile de Anadolu’nun eski uygarlık kültürleriyle de komple bir sentezdir.

Anadolu’da bugün artık tarihe mal olan tekke ve dergahların iç dünyası, sosyal yaşamı, tarihsel süreç içinde oynadıkları rolleri, objektif bir şekilde incelendiğinde Arap–Acem kültür zorlamalarında sunulduğu gibi ahiretlik bir kurum olmadıkları çıkar ortaya.

Her ne olursa olsun, Ahilik kökleri Türk yurdunda, Orta Asya’dan gelen İran’da biraz da şeriat kaidelerinden etkilenerek ve sonuçta Anadolu’da devleşerek gerek Selçuklu Hükümdarları iktidarlarında, gerekse Moğol istilası ve sonrasında Türk kavminin zaruretleri ve ihtiyaçlar karşısında yarattığı sosyal, kültürel ve hatta siyasal bir mevzilenme biçimidir.

Aynı tarihsel sürecin farklı ekolleri de olsa aynı topraklarda yeşeren Hacı Bektaş-ı Veli, Ahi Evran, Tabduk ve Yunus Emre’yi,   Aşık Paşa’yı, kısaca Anadolu’nun ve Kırşehir’in bu ışık tomarlarını birbirinden bütünüyle koparmak etle tırnağı ayırmak gibi bir yanlış olsa gerek. Selçuklu devrinin ağır basan Farsça ve Arapça dil ve kültürüne karşı, sonuçta Türk kültürü ile dikilen bu büyük insanları Kırşehir sürekli anmakta ve unutmamaktadır.

KALENDER BABA TÜRBESİ

Kırşehir’de Babailer’ den önemli bir şahsiyet de bugünkü Karakurt Kaplıcası yakınında tekke ve türbesi bulunan “Kalender Baba”dır.

Cevat Hakkı Tarım, 1939 tarih ve 30 sayılı Konya dergisinde rastladığı “Anadolu Kaplıcaları Tarihi” adlı makalede Karakurt Baba’nın adına izafeten Kılıçarslan tarafından 1135’te yapıldığını ve de Karakurt Baba’nın o dönem Selçuk emiri olduğunu duyurmakta, 1935’lere kadar ayakta kalabilen Kırşehir Kalehöyük’ün eteklerinde bulunan Bedesten’in 18 Rebiulahir 1301 tarihli mahkeme yıkım ilamında[259] bu Bedesten’in Kalender Baba tekkesine vakfedildiğinin anlaşıldığını duyurmakta, Kalender Baba’yı da Babailer ’den göstermektedir.

Yine Kırşehir’de Kayabaşı Mahallesinden ve Kılıçözü çayına yakın bir noktada yer alan ve halk arasında öteden beri ‘Kaya Şeyhi’ Türbesi diye nitelenen bir harabe vardır.

Hacı Bektaş Vilayetnamesi’nde, Hacı Bektaş’ın Kırşehirde’ki bu Kaya Şeyhi ile adı geçen noktada sık sık buluştuklarına değinilir ve şöyle denir.

‘Rivayettir ki, Hacı Bektaş Horasini Kadesallahu Sırrehülazizin Salih adlı aziz ile mülakat olduğunu ayan ve beyan eder:

Bir vakit Sultan Hacı Bektaş Veli Kırşehirine varmışlar idi. Ol vakit Kırşehrinde Seyyid Salih adlı bir er var idi. Ol Seyyid Salih mezarı yakınında bir tekye dahi var meşhurdur. Kaya tekyesi derler. Bektaşi hanedir.Hazreti Hünkar ve Ahi Evran Padişah Şeyh Süleyman ve İsa mücerred  ve Seyyid Salih mezarı yerindeki halvette oturup sır sohbetini ederken meğer o aradan bir ırmak geçerdi. Ol ırmağın kurbaları ötmeye başladılar. Şöyle kim, erenlerin sohbetine  onların öttüğü hali bi huzurluk verdi, incindirler.”[260]

Bu rivayet ırmaktaki kurbağaların ötmesi, huzursuz olmaları ve Hacı Bektaş’ın keramet gösterip kurbağaların sesini kesmesiyle devam eder.

Burada geçen ‘Kaya Tekkesi’ nin vilayetname de ‘Bektaşihane’ olarak zikredilmesi kayda değer bir bilgidir.

***

   BABAİLER’DEN YUNUS

Kırşehir’e bağlı Ulupınar Kasabası sınırları içerisinde ki. Türbe, sarp kayalıklar üzerine sonradan yapılmış olup projesi bir türlü hayata geçirilemeyen. Yunus Emre Milli parkı içinde bulunmaktadır.
Türbenin hemen yakınında Yunus Emre’ye atfedilen Çilehane Binası mevcut olup 25 kilometre kuzeyinde Hacı Bektaş,10 kilometre güneyinde ’de Sarıkaraman sınırları içerisinde Tabduk vardır

Anadolu’da adettir, bazı azizlere türbe veya makam yapılmıştır. Yunus Emre’nin dört beş yerde türbesi vardır. Eskişehir’de, Sarıköy’de, Erzincan’da, Kayseri’de. Bence doğrusu Mucur ile Aksaray arasındaki Tapdık Emre köyünden birkaç saatlik bir yerde, Yunus Emre tepesindeki harap olmuş tekke ve Çilehane bitişiğindeki Yunus Emre denilen yerdedir”( Prof.Dr. Yusuf Ziya  YÖRÜKAN)

“Tabduk Emre’nin Kırşehir’in de dahil olduğu Karaman yöresinde yaşadığı sabitken, velayet-name onu Eskişehir Sivrihisar’a kilitlemektedir.Son yıllar da yapılan araştırmalar Yunus’un Sivrihisar’lı olduğu ve orada medfun bulunduğu iddialarını tümüyle çürütmektedir.Kaldı ki Anadolu’da Türkçe eser yazma geleneği Kırşehir’in de içinde yeraldığı Karaman Oğulları coğrafyasında başlamıştır.Gülşehri, Aşıkpaşa, Seyit Hamza, Fakih Ahmet, Sultan Veled, Hoca Dehhani hepsi de Karaman bölgesindedir. İbrahim Hakkı Konyalı Tabduk Emre mezarının Aksaray civarında ki Tabduk Emre Köyü’nde olduğuna dair Osmanlı arşivlerinde belgeler yayınlamıştır.Tabduk Emre Halifesi olan Yunus Emre’nin de 13 yy sonun da Hacıbektaş,Kırşehir, Aksaray ve Niğde muhitlerinde yaşadığı tartışmalara bile kapı kapatacak bir düzey almıştır.”

 Kalelerin zaptında, şehirlerin fethinde, kumandanların becerisi de kılıcı, atsız kahramanların süngüsü kadar, Anadolu’da gönüllere hükmeden Babaların, acayip kılıklı dervişlerin, hüviyetsiz abdalların, ellerinde kopuzları ile dolaşan gezginci ozanların, şairlerin rolü nasıl hatırdan çıkarılabilir.

.Medrese öğretiminden sonra tasavvuf yoluna giren Yunus, Tabduk Emre’ye kapulanmıştır. Tabduk Emre’den “Baba Tabduk” diye bahseden Yunus Emre, Babailer zümresine mensuptur. Hacı Bektaş Vilayetnamesi, Yunus’un şiirinde geçen Tabduk Emre’yi Hacı Bektaş halifelerinden biri olarak gösterir. Yunus Emre, Tabduk’la olan ilişkisini şu dizeleri ile ortaya kor:

Vardığımız illere şol safa gönüllere

Baba Tapdık manasın saçtık elhamdürillah

Beri gel barışalım yad isen bilişelim

Atımız eğerlendi aşdık elhamdürillah

İndik Rum’u kışladık çok hayr’ü şer işledik

Us bahar odu geri göçtük elhamdürillah

Dillfili pınar oduk, irkildik ırmak olduk

Akdık denize dolduk taştık elhamdürillah

Tapdık’ın tapusunda, kul olduk kapısında

Yunus Miskin çig idik, piştik elhamdürillah

Yunus Emre’nin, Babalılar zümresine mensup olduğunu açık bir dille ifade eden Abdulbaki GÖLPINARLI, “YUNUS EMRE” adlı incelemesinde konuyu şöyle açıklar:

“Medrese öğrenimden sonra tasavvuf yoluna giren Yunus, Tabduk Emre’ye kapılanmıştır. Bir şiirinde Tabduk Emre’nin, 1307-1308’de Giylan’da öldürülen Barak Baba’nın halifesi olduğunu, onun da 1263’te, 10-12 bin göçmen Türkmen’le Dobruca’ya geçen Sarı Saltuk’un[261] halifesi olduğunu açıklamaktadır. Elimizde mensur bir risale de Sarı Saltuk Dervişi olduğunu söyler. Bektaşı Vilayetnamesi’ne göre, Sarı Saltuk, Hacı Bektaş Halifesidir. Vilayetname, Barak Baba’yla Tabduk Baba’yı da Hacı Bektaş Halifelerinden gösterir. Hacı Bektaş’ın 1241’de, Babalılar isyanı sonucunda öldürülen Baba İshak’ın halifesi olduğu kesin olduğundan ve Yunus’da bir şiirinde Tabduk Emre’den ‘Baba Tabduk’ diye bahsettiğinden Yunus Emre’nin Babalılar zümresine mensup olduğu kesin olarak anlaşılmaktadır.”[262]

Prof. Dr. İsmail Hakkı Uzunçarşılı Yunus’un Tabduk Emre halifesi olduğunu özellikle belirterek “14. Asrın başlarında henüz hayatta bulunan ve 1307’den sonra vefat eden ve zamanımıza kadar şöhret ve kuvvetini muhafaza eden Tabduk Emre halifesi Yunus Emre” der.[263]

Tabduk Emre’nin Kırşehir’in de dahil olduğu Karaman yöresinde yaşadığı sabitken, velayet-name onu Eskişehir Sivrihisar’a kilitlemektedir.Son yıllar da yapılan araştırmalar Yunus’un Sivrihisar’lı olduğu ve orada medfun bulunduğu iddialarını tümüyle çürütmektedir.Kaldı ki Anadolu’da Türkçe eser yazma geleneği Kırşehir’in de içinde yeraldığı Karaman Oğulları coğrafyasında başlamıştır.Gülşehri, Aşıkpaşa, Seyit Hamza, Fakih Ahmet, Sultan Veled, Hoca Dehhani hepsi de Karaman bölgesindedir. İbrahim Hakkı Konyalı Tabduk Emre mezarının Aksaray civarında ki Tabduk Emre Köyü’nde olduğuna dair Osmanlı arşivlerinde belgeler yayınlamıştır.Tabduk Emre Halifesi olan Yunus Emre’nin de 13 yy sonun da Hacıbektaş,Kırşehir, Aksaray ve Niğde muhitlerinde yaşadığı tartışmalara bile kapı kapatacak bir düzey  şekil almıştır

Yunus Emre’nin yaşayışı da değişik yörelerde halk tarafından destanlaştırılmıştır. Hacı Bektaş Vilayetnamesi, Hüdayi’nin Vakıat’ı dağınık kaynaklardan bulunan halk rivayetlerini toparlayan Abdulbaki GÖLPINARLI, Yunus destanını şöyle özetler:

“İçli ve özlü şiirleri ile asırlar boyunca Türk halkının fikir hayatında etkili olan, Türk hak ve edebiyatının kurulup gelişmesinde önemli bir katkısı bulunan Yunus Emre’nin yaşayışı, halk tarafından destanlaştırılmıştır. “Bektaşi Vilayetnamesi” Hüdayi’nin “Vakıat’ı” dağınık kaynaklarla halk rivayetleri şöyle özetlenebilir:

“Yunus, Porsuk Çayı’nın Sakarya’ya döküldüğü yerde bulunan Sarıköy’de doğmuştur. Çocukken mektebe verilmiş, ama, alfabeyi bir türlü sökememiş elif be derken, hocasına:

“Elif okuduk ötürü

Pazar eyledik götürü

Yaratılmışı hoşgördük

Yaratandan ötürü”

deyip mektepten çıkmıştır.

“Köyünden çifti ile çubuğu ile meşgul olan Yunus, kıtlık olduğu bir yıl pek bunalmıştı. Duyuyordu. Kırşehir’e yakın Sulucakaraöyük’te Hacı Bektaş Sultan derler bir pir varmış. Kendisine başvuranlara buğday veriyormuş.

“Yunus da, Hacı Bektaş’a başvurmaya karar verir. Sulucakaraöyük’e yaklaşınca düşünür, boş giden boş çıkar derler, ama ne görsün? Dağlardan alıç toplar, öküzündeki heybelere doldurur ve dergaha gider.

“Hacı Bektaş’a Yunus’un geldiğini ve alıç getirdiğini söylerler. Yunus’un bu davranışı, Hacı Bektaş’ın pek hoşuna gider ve bir dervişle ona haber yollar:

“- Buğday mı ister, himmet mi?

“Yunus: ‘Ben himmeti ne yapacağım, bana buğday lazım’ der. Emri yerine gelir ve yola düşer Yunus. Fakat yolda “Ben ne yaptım? Himmet alsaydım, buğdayı da bulurdum’, diye düşünür ve geri dönüp Hacı Bektaş’a ‘Buğdayları boşaltsınlar, sen bana himmet ver’ der.

“Hacı Bektaş: ‘O geçti artık, o ihsanın anahtarını Tabduk Emre’ye verdik, git, nasibini ondan al’ diye cevap verir.

“Yunus, Tabduk Emre’ye gidip derviş olur. 40 yıl hizmet eder, tekkesine odun taşır. Fakat bu 40 yıl içinde bir kere bile eğri bir odun götürmez, sebebini soranlara, ‘Bu kapıdan içeriye odunun eğrisi bile giremez’, der.

“Yunus’un bu içten bağlılığını gören dervişler, ‘Yunus, şeyhinin kızını seviyor da onun için bu kadar canla başla hizmet ediyor’ der. Şeyh, bunları da yalancılıktan kurtarmak için kızını Yunus’a verir. Fakat Yunus, ben şeyhimin kızına layık değilim diye ömrünün sonuna kadar bu kıza dokunmaz. Bu kız Kuran okurken, akan sular bile durur dinlermiş.

“Yunus, Tabduk Baba’ya hizmet ederken bir türlü olğunluğa erişemediğini görür, canı sıkılır ve tekkeden kaçar, yolda birkaç dervişe rastlar onlara yoldaş olur. Akşam olunca dervişlerden biri dua eder, Tanrı gayb aleminden bir sofra gönderir yer içerler. Ertesi akşam öbür derviş dua eder, sonunda sıra Yunus’a gelir Yunus ellerini kaldırıp: ‘Tanrım’ der, ‘Bende bir ilerleme yok, kimin yüzü suyu hürmetine senden yemek istiyorlarsa, lütfen, o kişinin hakkı için yemek gönder.’ O akşam her akşamkinden fazla ve iki sofra dolusu yemek gelir. Dervişler, “Kimin hürmetine dua ettin, söyle’ diye Yunus’a ısrarda bulunurlar. Yunus,  ‘Önce siz söyleyin’ der. Onlar, ‘Biz Tabduk Emre’nin dervişi, Yunus Emre yüzüsuyu hürmetine dua ediyoruz’ diye cevap verirler. Bu sözü duyan Yunus, olgunluğa erişmiş olduğunu, fakat kendisinin bunu bilmediğini anlayıp, derhal döner ve sabaha karşı Tabduk Emre’nin tekkesine gelir. Ana bacıya, yani şeyhin karısına, kendisini affettirmesini rica eder. Ana bacı: ‘Sen kapının eşiğine yat, Şeyh namaza çıkarken ayağa sana dokunur ve kim bu diye sana sorar. Ben, Yunus derim, bizim Yunus mu derse anla ki gönlünden çıkmamışsın, hemen ayaklarına kapan af dile. Yok, eğer hangi Yunus derse, anla ki gönlünden çıkmışsın, artık derdine derman ara’. Tabduk’un gözleri görmezmiş. Yunus Ana bacının dediği gibi yapar. Tabduk, ‘Bizim Yunus mu’ diye sorunca ayaklarına kapanır. Tabduk, Yunus’u affeder ama ‘Kendi mertebeni öğrenmeden bana inanmadın, canını vermen gerek, asamı atacağım, ardından git nereye düşerse orada Tanrı’ya kavuş’ der ve asasını atar. Asa, Yunus’un  doğduğu köye düşer. Yunus da oraya gidip başını yere koyar. Hakka kavuşur.”[264]

Sosyal bilimlerin üzerlerine projektörlerini çevirdiği Hacı Bektaş-ı Veliler, Ahiler, Aşık Paşalar, Yunus Emreler kısaca Babalılar, yer yer Alevi, Kızılbaş, Bektaşi diye nitelenen zümreler topluluğu Oğuz Türkmen boylarının Anadolu’daki uzantılarıdır.

“Her kim bizi Şeyh edinse, onun şeyhi Hacı Bektaş Hünkardır. Her kim bizi görmek ister, Hacı Bektaş Hünkar-ı görsün”[265] diyen Ahi Evran, Hacı Bektaş-ı Veli’ye olan sevgisini anlatır.

Prof. Dr. Yusuf Ziya Yörükan’ın “Anadolu’da Aleviler ve Tahtacılar” adlı yapıtında Yunus Emre’nin mezarının bulunduğu yere ilişkin olarak şöyle der:

“Anadolu’da adettir, bazı azizlere türbe veya makam yapılmıştır. Yunus Emre’nin dört beş yerde türbesi vardır. Eskişehir’de, Sarıköy’de, Erzincan’da, Kayseri’de. Bence doğrusu Mucur ile Aksaray arasındaki Tapdık Emre köyünden birkaç saatlik bir yerde, Yunus Emre tepesindeki harap olmuş tekke ve Çilehane bitişiğindeki Yunus Emre denilen yerdedir”[266]

Prof. Dr. Mikail Bayram, “ Tabduk Emre’nin Niğde ve Aksaray yöresinde yaşadığı sabit olduğu halde velayet-name’de onu da Sivrihisar’a nispet etmektedir.Bu da gösteriyor ki Yunus’un Sivrihisar’lı olduğu ve orada medfun bulunduğu tamamen hayal mahsülü bir haberdir.” [267] diyerek Sivrihisar iddialarına şiddetle karşı çıkarak şöyle der; “ Türkçe sözlü, Türkmen şair Yunus Emre ve O’nun şeyhi Tabduk Emre  Anadolu Selçuklu Devleti’nin son yarım asrında ve devrinin sosyal-siyasi ve kültürel mücadeleleri içinde yaşamıştır. O’nu da Baba İlyas, Sofi Nuruh, Ahi Evren, Hacı Bektaş, Tabduk Emre gibi Türkmen fikir adamları gibi  o devirde Anadolu’da mevcut olan Türkmencilik ülküsünü sürdüren ve bunun mücadelesini veren bir kişi olarak görmek lazımdır. Bu mücadelenin en büyük siyasi hamisi o zamanlar Karaman Oğulları Beyliği idi. Yunus Emre’yi de Karaman Oğulları safında görmek isabetli olacaktır.”[268]

Bektaşi geleneğinde Sarı Saltuk’tan da bir şiirinde bahseden Yunus:

“İsakcâda Sarı Saltuk yatar

Varup ziyaret ettin mi turnam”

diyerek bugün hala Anadolu Alevileri içinde yaşayan pirlerin mezarlarından bahseder.[269]

Tanrı aşkıyla insanlık aşkının gelip kavuştuğu ve de kimi zaman panteist vurgulamaları içeren mistizmi bildik terimlerle ve somut simgelerle dile getirir Yunus.[270]

Osmanlı öncesi Anadolu’nun dil ve edebiyat kültürünün ve daha sonraki aşamalarında da devrin tek büyük şairidir Yunus. O kendi zamanında sufiliğin edebi basma kalıp düşüncelerini ılımlı bir biçimde kullanmış, Moğol istilası döneminin halkta uyandırdığı derin duyguları, acıları, umutları dile getirmiş. Günlük yaşamın olayları içinde köylülerin çetin yaşamını ortaya koymuştur. Yunus, gündelik konuşulan Türk dili ile halktan insanların dinleyip anlayabilecekleri şiirler de yazdı. Türkiye’de bugün de anlaşılan bu şiirler, şöhretinden hiçbir şey yitirmemiştir. Türk edebiyatında çağdaşlarının eserleri, kimi aydınlardan başkasını ilgilendirmezken, Yunus’unkiler Türkiye’nin ulusal bilincinde yaşamış, halk arasında yüzyıllardır artan bir şöhretle efsanevi bir boyut kazanmıştır.[271]

Türkmen şairi Yunus, Türkçeyi kolaylığı ve sadeliği içinde ve kendi döneminden gerilerde hiç kimseyle mukayese edilemeyecek derecede bir yetenekle söylemeyi başararak Anadolu’da Türk tasavvuf edebiyatını zirveye taşımıştır.[272]

Yunus’un şiirlerinde geçen “Tabduk” manasını “Tapmakla” ilgili olduğunu söyleyecek kadar gülünç bir duruma düşerek, Yunus’u bağlarından koparmaya ve başka mecralara çekmeye çalışanlar; daha da ileri giderek “Tabduk’un Yunus’un şeyhi olmaması gerekir” şeklinde not düşmeyi de ihmal etmiyorlar, üstelik “Bektaşiliği, kuruluşundan itibaren şeriat dışı bir tarikat sayanlara hak vermek icab eder” diyerek Türk kültürünün sanki Arap-Acem kültürünün dışına çıkmaması gerektiğinin altını çiziyorlar. Daha da ileri gederek “Bektaşi ananesinin Yunus’u benimsemesi neticesinde Yunus’un Bektaşi olduğuna katiyetle hükmetmek doğru olmaz” diyebilmekteler.[273]

Oysa Yunus’un ünlü divanında Tabduk Emre’ye karşı beslediği derin ve çok samimi bağlılık duyguları içeren parçalara sık sık rastlanır. Yunus’un yaşadığı dönemdeki tasavvufi hayat Yunus’un şiirlerinde geçen Tabduk Emre’nin  Kadiri değil, Babai Tarikatı’na mensup olması ihtimalini güçlendirdiği gibi, Tabduk Emre’den feyz alan Yunus da şeriat ehlinin hoş göremeyeceği bir takım hususiyetlere de rastlanır.[274]

Baba İshak (Ö. 1240), Barak Baba (Ö. 1318), Yunus Emre (Ö. 1321) ve nihayet Hacı Bektaş (Ö. 1337) gibi büyük Türkmen şeyhlerinin anladığı ve telkin ettiği İslamiyet Türk Şamanizmi’nin veya diğer kaynaklardan gelen ve halka kadar inen muhtelif inançların geniş tasavvufi fikirlerle kaynaşmasından meydana gelmiştir. Anadolu gibi birçok inançların kaynaştığı sosyal bir alanda yaşayan bu Türkmen şeyhlerinin bir kısmı özellikle de ölümlerinden sonra, yalnızca kendilerine tabii  yaşayış ve inançlara bağlı Türkmenler’ in değil, sunni Türkler’in ve hatta Hristiyanlar’ın bile velileri haline gelmişlerdir.[275]

Şiirleri çoğu kez başarılı yığınlarca düzmece şiirlerle de kabartılan Yunus, halk dininin ermişlerinden biri olmuş, o Anadolu’da dokuz ayrı yerde mezara sahip olmanın onurunu taşımış. Osmanlı İmparatorluğunda da Ortadoks ya da hak-mezhep dışı birçok tarikatları derinden etkileyerek Cumhuriyetçi ve laik Türkiye’de övülüp yüceltilmiştir.[276]

Esasen Yunus, Babailerden kalanlarla sıkı bir ilişki içinde ve de onların geliştirdikleri ortamda serpilmiştir.[277]

Anadolu’da Yunus Emre’den başlayarak propaganda gayesi takip eden “Hikmet” ler, Orta Asya Hârezm Volga sahalarında 8 asırdan beri mahiyetini hiç değiştirmeyerek devam etmiş. Türk halk kitleleri üzerinde asırlarca etkili olmuş, İslami, yani sûfîyâne unsurlarla milli, yani eski Türk halk edebiyatı geleneğini kaynaştırmıştır.[278]

“Bir gün Türk kültür hazinesinin ana kaynağını aramaya çıkanlar her halde ‘Gülşehri’ne uğrayacaklardır.” diyen  Cevat Hakkı Tarım, Selçuk devrinin Kırşehir panoramasını şu ifadelerle anar:

“Baba İlyas oğullarının Gülşehri’nin yeşil tepelerinde kurdukları hanegâh; devlet düşkünü Mengücek oğullarından Muzafferuddin Behramşah’ın menkubiyet içinde geçen ömrünü oyalamak için vücuda getirdiği medrese ve müesseseler, Caca oğlunun Heyet Üniversitesi, yalnız ustaları ve sanatkarları değil, bütün eşraf ve ayanı, kılıç ve kalem erbabını aydınlık çatısı altında toplayan ve köylere kadar uzanan Ahi zaviyeleri, Kaya Şeyhi, Nasuhdede Ebnay-i Mehmet Çelebi ve Hacı Mahmut Savmaları, Ferhenkenâme-i Sadi Süheyl ve Nevbahar Mütercime Mesut Gülşehri’ni Emsiletüt tasrif adındaki kitabının içinde telif ettiğini söylediği Ebvabil-birli Ebu Saidiye Gülşehri’nin kültürel varlığını işleyen mekteplerdi”[279]

1243’ten 1327’ye kadar olan 84 yıl içinde birer medeniyet merkezi olan, Bizans’ta dahi bulunmayan büyük beldeler gibi Kırşehir de telafisi zor zararlara uğramış, Anadolu adeta harabeye çevrilmiştir.[280]

Anadolu Selçukluları döneminde Kırşehir, batılı tüccarların doğu ile olan ticaret yollarının uğrak noktalarından biri ya da Bizans ile doğu, Mısır ile kuzey arasında ticari ilişkileri temin eden yolların bir uğrak yeri konumundadır.  12. asrın başından 13. asrın ortalarına kadar bayındır, mesut bir dönem yaşayan Selçuk Sultanlığının esas kuvvetini,  transit yollardan ve milletlerarası ticaretten temin ettiği kazançlar sağlar. Bugün harabeleri bugünlere kadar uzanan kervansaraylar, bunun en somut örnekleridir. Kırşehir bu dönemde Konya, Aksaray, Kayseri, Sivas, Erzurum, Harput, Malatya ile birlikte, devrin en büyük ticaret merkezleri arasında yer alır. [281]

Konya, Sivas gibi Anadolu şehirleri yanında Kırşehir’de de boya ve sabun sanayi[282] bu dönemde gelişmiştir.[283]

Osmanlılar döneminde de büyük bir gelişme gösteren halıcılık, başlı başına önemli bir sektör haline gelirken; kaynaklar, Osmanlı halı sanayinin en önemli merkezleri arasında Uşak, Gördes, Kula, Mucur, Ladik ve Bandırma’yı göstermektedir. Mucur ve Kırşehir’de kitabeli kitabesiz seccadeler dokunmuş bunların bir kısmı Topkapı müzesi depolarında muhafaza edilmiş buralarda dokunan halılar, İzmir üzerinden genellikle Venedik ve Brüges’e ihraç edilmiştir.[284]

 Adnan YILMAZ

 

DİPNOT-KAYNAKCA

 

[1] Yol – Bilim, Kültür Araştırma Dergisi  Mart-Nisan 2000 4 s.6,  Irene Beldıceanu – Steınherr, 1240 Babai Ayaklanması Gerçekte Selçuklu Yönetimini Yıkmayı Amaçlıyor muydu?

[2] Selçuklular Zamanında Türkiye, Prof. Dr Osman Turan 1998 İst. s. 422

[3] Bkz. Ümit Hassan,  Eski Türk Toplumu Üzerine,  1985  İst  s.136,  Aktaran Aleviliğin Toplumsal Boyutları, Prof. Dr. Fuat Bozkurt Yön Yayınları, 1. Baskı 1990 s.21

[4] Aleviliğin Toplumsal Boyutları, Prof. Dr. Fuat Bozkurt Yön Yayınları, 1. Baskı 1990 s.21

[5] Selçuklular Zamanında Türkiye, Prof. Dr Osman Turan 1998 İst. s. 422

[6] Aleviliğin Toplumsal Boyutları, Prof. Dr. Fuat Bozkurt Yön Yayınları, 1. Baskı 1990 s.23

[7] Aleviliğin Toplumsal Boyutları, Prof. Dr. Fuat Bozkurt Yön Yayınları, 1. Baskı 1990 s.24

[8] Malya Ovası’nda yapılan Türkmen kırımı Kırşehir’de derin izler bırakır adı tespit edilemeyen fakat Kırşehirli olduğu  kesin olan bir ozan; bu kırımı şöyle dile getirir.(bkz, Öyküleriyle Kırşehir, Türküleri,destanları, ağıtları, Baki Yaşa Altınok, Oba yay., Ankara, 2003, sy;5-6)

 

Ilgıt ılgıt esen seher yelleri,

Bize mezar oldu Malya çölleri,

Soldu obamızın gonca gülleri,

Dağlar  bizim meskenimiz elimiz,

 

Maraş’ta, Mansur’da düştük Sivas’a

Amasya önünde aldı bir tasa,

Kırşehir elleri bulandı yasa,

Kan kesiyor ağzımızda dilimiz.

 

Bir salam gönderdim ulu pirime

Kurban olam ballar döken diline

Amasya diyarı İlyas eline

Acep yolcu ugrar m’ola yolumuz

 

.[9] Aleviliğin Toplumsal Boyutları Prof. Dr. Fuat Bozkurt Yön Yayınları, 1. Baskı 1990 s.24-25

[10] Alevilik, Bozkırda Yanan Bir Ateş, Şakir Keçeli, Emek Matbaacılık, Ank. S. 282

[11] Edebiyat Araştırmaları Prof. Dr. Fuat Köprülü Ötüken Yayınları, 1989 İst. c.2 s.503

[12] Aşıkpaşa-yi Velî, Garipnâme, Çev. Doç. Dr. Bedri Noyan Ardıç Yayınları, 1998 s.16

[13] Amasya Tarihi, Hüseyin Hüsameddin Ank. 1986 c.1 s.180-181

[14] Türkiyenin iktisadi ve içtimai tarihi, Prof. Dr. Mustafa Akdağ Cem Yayınevi, İst. 1995 c.1 s.43

[15] Türk Edebiyatında ilk mutasavvuflar, Prof. Dr. Fuat Köprülü Ank. 1984 s.98

[16] Aleviliğin toplumsal boyutları, Prof. Dr. Fuat Bozkurt Yön Yayınları, 1. Baskı 1990 s.25-26

[17] Selçuklular Zamanında Türkiye, Prof. Dr Osman Turan 1998 İst. s. 425

[18] Osmanlı Toplumunun Siyasal Yapısı Toktamış Ateş.  Ümit Yayıncılık 2. Baskı 1994 Ank. s.69

[19] Baba İshak Hareketinin Gerçek Sebebi ve Ahi Evran İle İlgisi, Dr. Mikail Bayram, Diyanet Dergisi, Mart-Nisan 1979, Cilt 18, S. 2

[20] Selçuklular Zamanında Türkiye, Prof. Dr Osman Turan 1998 İst. s. 423-424

[21] Selçuklular Zamanında Türkiye, Prof. Dr Osman Turan 1998 İst. s. 426

[22] Selçuklular Zamanında Türkiye, Prof. Dr Osman Turan 1998 İst. s. 423

[23] Babai İsyanı, Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak s. 126-131

[24] Babai İsyanı Ahmet Yaşar Ocak s. 71/72

[25] Alevilik, Bozkırda yanan Bir Ateş, Şakir Keçeli, S. 176

[26] Cevat Hakkı Tarım’ın Aşık Paşa’nın ölümünün 632. Yıldönümü nedeniyle 1964 yılında küçük bir kitapçık olarak biraz daha geliştirerek yayına hazırladığı “Aşık Paşa” adlı çalışmasının aslı Gazeteci Dursun Yastıman’da bulunmaktadır. Dursun Yastıman, Cevat Hakkı Tarım’ın şöz konusu yayınlanmayan bu eseriyle ilgili olarak 24 Kasım 2000 tarihli Çağdaş Kırşehir Gazetesi’nde şöyle demektedir:

“1964’ün Aralık ayında kaybettiğimiz ‘Kırşehir Tarihi’nin yazarı üstad Cevat Hakkı Tarım’ın son eserinin ‘Aşık Paşa’ olduğunu benden başka kimse bilmez. Çünkü, ölümünden birkaç ay önce incelemem için bana verdiği bu kitapçığın taslağını ben cezaevine girdiğim ve 4.5 ay sonra tahliye olmamın ardından onu kaybettiğimiz için ben de kaldı. Cevat Hakkı Tarım’ın söz konusu yayınlanmayan bu eserin bir fotokopisi de kendi el yazılarıyla birlikte bende de bulunmaktadır”.

[27] Baciyan-ı Rum (Anadolu Selçukluları Zamanında Genç Kızlar Teşkilatı), Dr. Mikail Bayram, 1987 Konya, S. 14

[28]Babai İsyanı, Ahmet Yaşar Ocak s.133

[29] Mirair Historial XXXI. S.139-140 akdaran Selçuklular Zamanında Türkiye Prof. Dr Osman Turan 1998 İst. s. 425

[30] Baciyan-ı Rum (Anadolu Selçukluları Zamanında Genç Kızlar Teşkilatı), Dr. Mikail Bayram, 1987 Konya, S. 30

[31] Selçuklular Zamanında Türkiye Prof. Dr Osman Turan 1998 İst. s.425

[32] Aşık Paşaoğlu Tarihi Atsız M.E.B 1992 Ank. s.164-165

[33] Anadolu’da Aleviler ve Tahtacılar Yusuf Ziya Yörükân TTK Basımevi, 1998 Ank. s.174-175

[34] Hacı Bektaş Destanı-Abdülkadir Paksoy-Güldikeni yayınları 3. Basım s.34 Ankara

[35] Kırşehir’in Çiçekdağı ilçesinin hemen 3 km. kuzeyinde yer alan “Çepni” adlı bir köy bulunmaktadır. Bu köy Malya Ovası yakınlarındadır. Tam da bu noktada Cevat Hakkı Tarım’ın görüşlerine katılmamak mümkün değildir. Cevat Hakkı Tarım, Fuat Köprülü’nün Çepnilerin Babai Türkmenlerinin bakiyeleri dediğini hatırlatmakta, Babailerin Malya Ovasında kılıçtan geçirildiğine ve bu köyün Malya Ovasına yakınlığına dikkati çekmektedir. Nitekim Cevat Hakkı Tarım’ın da belirtiği gibi bu köy halkının Alevi oluşu bunların “Babai Türkmen topluluğunun bakiyeleri olduğundan şüphe edilmez” (Kırşehir Tarihi, Cevat Hakkı Tarım, Kırşehir İl Basımevi,, 1947, s.18).

[36] Oğuzlar (Türkmenler), Prof. Dr. Faruk Sümer Ank. Ünv. Basımevi, 1967 s.318

[37] Seyran Destanı,Gülten Akın

[38] Hacı Bektaş Destanı,Abdülkadir Paksoy-Güldikeni yayınları 3. Basım  Ankara

[39] Türkiyenin İktisadi ve İctimai tarihi, Prof. Dr. Mustafa Akdağ Cem Yayınevi, 1995 İst. c.1 s.59

[40] Osmanlı İmparatorluğunun doğuşu, Paul Wittek Pencere Yayınları, 1. Baskı İst. s.44

[41] Türkiyenin İktisadi ve İctimai Tarihi Prof. Dr. Mustafa Akdağ Cem Yayınevi, 1995 İst. c.1 s.155

[42] Selçuklu Tarihi İbrahim Kafesoğlu M.E.B yay. 1992 İst. s.70

[43] Hoca Sadettin Efendi’ye göre, bu savaşta Rum diyarının padişahı olarak II. Keyhüsrev’in 75 bin kişilik ordusuna karşılık Moğol ordusu 45 bindir (Tacüt-Tevarih, Hoca Sadettin Efendi, Hazırlayan İsmet Parmaksızoğlu, 1999 Ankara, Cilt 1, S. 30).

[44] Anadolunun Fethi Selçuklular Dönemi Prof. Dr. Ali Sevim TTK Basımevi, 1993 Ank. s.181

[45] Esasen Baycu Noyan Kösedağda Selçuklu ordusunu bulamayınca bir savaş hilesi sezerek süratle takibe koyulmuş ise de ne Sultana nede askerlerine rastlamış, böylelikle Sivas’a girmiştir. Zamanın büyük alimlerinde olan ve Sivas kadısı bulunan Kırşehirli Necmettin daha önceleri Moğol istilası sırasında Hârizm’de bulunmuş, orada Sultan Muhammed Hârizmşahın malubiyetinden sonra Türkistan şehirlerini nasıl tahrip ve toplu katliamlara uğratıldığını görmüş ve orada Moğollara giderek iltifatlarına nail olmuş. Birde yarlığ almıştı (Selçuklular zamanında Türkiye Prof. Dr. Osman Turan 5. Baskı 1998 İst. s.439-440).

[46] Selçuklular Zamanında Türkiye, Prof. Dr. Osman Turan 5. Baskı 1998 İst. s.440

[47] Baciyan-ı Rum (Anadolu Selçukluları Zamanında Genç Kızlar Teşkilatı), Mikail Bayram, 1987 Konya, S. 19

[48] Selçuklular Zamanında Türkiye Prof. Dr. Osman Turan 5. Baskı 1998 İst. s.440

[49] Selçuklular Zamanında Türkiye Prof. Dr. Osman Turan 5. Baskı 1998 İst. s.440

[50] Selçuklular Zamanında Türkiye Prof. Dr. Osman Turan 5. Baskı 1998 İst. s.441

[51] Anadolu Aleviliği’nde Yol Ayrımı, Nejat Birdoğan, Ekim 1995 İst, S. 306

[52] Selçuklular Zamanında Türkiye, Prof. Dr. Osman Turan 5. Baskı 1998 İst. s.441-442

[53] Türkiyenin İktisadi ve İctimai Tarihi Prof. Dr. Mustafa Akdağ Cem Yayınevi, 1995 İst. c.1 s.58

[54] Antalya IV.Selçuklu Semineri Bildirileri. Antalya Valiliği Yayınları. 1993. Antalya s.86-87 (Babalı Ayaklanması sonrasındaki Anadolu Abdullah Tekin)

[55] Selçuklular Zamanında Türkiye, Prof. Dr. Osman Turan 5. Baskı 1998 İst. s.445

[56] Anadolu’nun Türkleşmesi Sürecinde Türk Soy, Boy, Oymak ve Cemaatleri ile Kırşehir, Yrd. Doç. Dr. Ahmet Günşen, 1997 İst. S. 63

[57] Kırşehir Güldestesi Mehmet Önder Filiz Yay. No:7 1976 Ank. s.46

[58] Anadolunun Fethi Selçuklular Dönemi Prof. Dr. Ali Sevim TTk Basımevi, 1993 Ank. s.180

[59] Selçuklular Zamanında Türkiye Prof. Dr. Osman Turan 5. Baskı 1998 İst. s.445

[60] Ahilik Dr. Ömer Ulucay 1. Baskı Gözde Yayınevi, 1997 Adana s.5

[61] Türkiye Tarihi Prof. Dr. Ali Sevim Prof . Dr. Yaşar Yücel TTK Basımevi, 1991 Ank. c.1 s.123

[62] Türkiyenin İktisadi ve İctimai Tarihi Prof. Dr. Mustafa Akdağ Cem Yayınevi, 1995 İst. c.1 s. 32

[63] Selçuklular Zamanında Türkiye Prof. Dr. Osman Turan 5. Baskı 1998 İst. s.451

[64] Osmanlılardan Önce Anadolu Türkleri Claude Cahen E Yayınları, 1979 İst. s.263

[65] Türkiyenin İktisadi ve İctimai tarihi, Prof. Dr. Mustafa Akdağ Cem Yayınevi, 1995 İst. c.1 s.154-155-156

[66] Osmanlılardan Önce Anadolu Türkleri, Claude Cahen E Yayınları, 1979 İst. s.265

[67] Türkiye Tarihi, Prof. Dr. Ali Sevim, Prof. Dr. Yaşar Yücel TTK Basımevi, 1991 Ank. s.129

[68] Türkiye Tarihi, Prof. Dr. Ali Sevim, Prof. Dr. Yaşar Yücel TTK Basımevi, 1991 Ank. s.131

[69] Büyük Osmanlı Tarihi, Prof. Dr. İsmail Hakkı Uzunçarşılı TTK Yayınevi, 6.baskı c4 s.12

[70] Mevlevi kaynaklarındaki bir fıkraya göre Kırşehir Valisi Muiniddin Pervane’nin yakın dostu ve Mevlananın müridi olan Nureddin Caca bir gün Konya’ya gelmiş ve Hacı Bektaş’ın şekle kıymet vermediğini, namaz kılmadığını, bir gün onun yanında kılmak gerektiğini ve ona su getirdiğini söylemiş “Hacı Bektaş meşrebeyi elime verdi ve dök dedi. Ben dökerken temiz suyun kan haline geldiğini gördüm ve hayret ettim.” der. Bunun üzerine Mevlana “Keşki kanı su yapsa idi; zira temiz suyu kirletmek hüner değildir” cevabını vermiş (Eflaki-Menâkıb 1. S.497-498 – aktaran Osman Turan Selçuklular zamanında Türkiye İstanbul 1998 s.426/35). Burada suyun kan haline dönüşemeyeceğini belirtmeye bile gerek yok. Ancak Mevlevilerin Hacı Bektaş’ı tenkit ederek Babailere ve Babai İsyanına gönderme yaparcasına bir fıkra uydurduğu ve Bektaşileri yermeye çalıştığı açık olmakla birlikte bu fıkradan Pervane’nin Nurettin Caca ile ilişkilerinin olduğu aynı dönemde Hacı Bektaş’ın da Nurettin Caca ve Pervane ile temasları olduğu ortaya çıkmaktadır.

[71] Türkiyenin İktisadi ve İctimai Tarihi Prof. Dr. Mustafa Akdağ Cem Yayınevi, 1995 İst. c1 s.43-44

[72] Selçuklular Zamanında Türkiye, Osman Turan, 5. Baskı, 1998 İst. S. 639-640

[73] xv. Yüzyılda Kırşehir Varsakları Bügüz Köyü.Sebahattin Yaşar 2005. Ank.

[74] Mevlana Celâleddin Prof. Dr. B. Fürüzanfer M.E.B. Basımevi, 1986 İst. s.188-189

[75] Aşık Paşaoğlu Tarihi Atsız M.E.B 1992 Ank. s..471-472

[76] Bu Kadıncık Ana, Aşıkpaşaoğlu’unda bahsi geçen Baciyan-ı Rum örgütünün başı olup, bu örgüt bacılarca (kadınlarca) kurulmuştur. Çoğu tarihçiler sunni  İslam’ın etkisinde kalarak sözü edilen dönemde kadınların tarikat kuramayacağını iddia ederek Aşıkpaşaoğlu’nun abartılı davrandığını ileri sürerler.

[77] Anadolu’da Aleviler ve Tahtacılar Prof. Dr. Yusuf Ziya Yörükan TTK Basımevi, 1998 Ank. s.139

[78] Anadolu Aleviliği’nde Yol Ayrımı, Nejat Birdoğan, Ekim 1995, S. 304, 305, 306, 307, 308

[79] Türkiyenin İktisadi ve İctimai Tarihi Prof. Dr. Mustafa Akdağ Cem Yayınevi, 1995 İst. c.1 s.44

[80] Osmanlılardan Önce Anadolu Türkleri Claude Cahen E Yayınları, 1979 İst. 1 s.32

[81] Türkiyenin İktisadi ve İctimai Tarihi Prof. Dr. Mustafa Akdağ Cem Yayınevi, 1995 İst. c.1 s.34

[82] Yurt Ansiklopedisi, Anadolu Yayıncılık, Cilt 7, S. 4913

[83] Selçuklular Zamanında Türkiye Prof. Dr. Osman Turan 5. Baskı 1998 İst. s.531

[84] Selçuklular Zamanında Türkiye Prof. Dr. Osman Turan 5. Baskı 1998 İst. s.529-531

[85] Selçuklular Zamanında Türkiye Prof. Dr. Osman Turan 5. Baskı 1998 İst. s.531

[86] Umumî Türk Tarihine Giriş Ord. Prof. Dr. A. Zeki Velidî Togan İst. Ünv. Ed. Fak. Yayınları, 3. Baskı 1981 İst.s.238

[87] Türkiyenin İktisadi ve İctimai Tarihi Prof. Dr. Mustafa Akdağ Cem Yayınevi, 1995 İst. c.1 s.180

[88] Gülşehri ve Felek-Name, Hazırlayan Sadettin Kocatürk, 2000 Ank, S. 74, 75

[89] Gülşehri ve Felek-Name, Hazırlayan Sadettin Kocatürk, 2000 Ank. S. 125-126-127

[90] Umumî Türk Tarihine Giriş,  Ord. Prof. Dr. A. Zeki Velidî Togan, 1981 İst.  S. 320

[91] Baciyan-ı Rum (Anadolu Selçukluları Zamanında Genç Kızlar Teşkilatı), Mikail Bayram, 1987 Konya, S. 43

[92] Baciyan-ı Rum (Anadolu Selçukluları Zamanında Genç Kızlar Teşkilatı), Mikail Bayram, 1987 Konya, S. 45

[93] Baciyan-ı Rum (Anadolu Selçukluları Zamanında Genç Kızlar Teşkilatı), Mikail Bayram, 1987 Konya, S. 44-45

[94] Yurt Ansiklopedisi, Anadolu Yayıncılık, Cilt 7, S. 4912

[95] Nşr. Ahmet Temur – Kırşehir emiri Cacaoğlu Nurettin’in Arapca ve Moğolca Vakfiyesi Ank. 1959 s.179.

[96] Caca Bey’in birbirini tamamlayan ve üç nüshadan oluşan Vakfiyeleri:

10 Mayıs 1272 tarihini taşıyan ve Arapça olan İskilip el yazması (Topkapı 2198) Arapça ve Moğolca yazılan Birinci Kırşehir el yazması (Arapça kısmı 20 Mayıs 1272, Moğolca kısmı

22 Mayıs 1272 ve 1273-1274’tür ki burada Caca Bey’in 1272’de yazdırdığı Vakfiyeyi Moğol yönetiler arasındaki değişiklik yüzünden 1273-1274 yılında Vakfiyesini yeni Moğol Genel Valisine tastik ettirmek ihtiyacı duyduğu anlaşılmaktadır.)

1272 tarihini taşıyan Arapça ve Moğolca yazılan İkinci Kırşehir el yazması (Topkapı 2199)

[97] Vakfiye’de geçen bazı yer adları : Ermeniler Pazarı, Türkmen Pazarı, Terziler Sokağı, Bakkallar Pazarı, Kırşehir Kale Kapısı, Kasaplar Pazarı, Kunduracılar Pazarı, Marangozlar Pazarı, Eskiciler Pazarı, Kassarlar Pazarı, Saraçlar Çarşısı, Bezciler Pazarı, Helvacılar Pazarı, Handan Değirmeni, Kızılca Değirmeni, Kalburcular Sokağı (Benzer yer adları için Bk. Kırşehir Emiri Caca Oğlu Nur EL-DİN’in 1272 Tarihli Arapca – Moğolca Vakfiyesi Dr. Phil. Ahmet Temir TTK Basımevi, 1959 Ank. Arapça Metinler Tercümesi Bölümü)

[98] Caca Bey Medresesi Vakfiyesi’nin Uygur harfleriyle yazılmış olan Moğolca kısmı, aynı zamanda Moğol dilinin bu yazı ile kaleme alınmış en eski belgelerinden sayılabilir. Vesika, daha ziyade bu yönden önemlidir. Cevat Hakkı Tarım Caca Bey’in son mutevellilerinden olduklarını söyleyen Recepoğullarından Ahmet oğlu Ali’nin elinde Caca Bey’e ait olduğunu söylediği bir vakviye olduğunu söylediği, bu vakviyenin 12 metre uzunluğunda 28 cm eninde beze yapışıklı kağıt üzerine yazıldığını, başından epeyce bir kısmının koptuğunun anlaşıldığını yazıların çoğunun uçtuğu ve noktasız olduğundan okunamadığını belirttiği 1938 tarihli eserinde “Sonunda Küfi Hatla 67 satır, ayrıca birçok şahit adları bulunduğunu” belirtmiş, buna karşılık 10 yıl sonra Caca Bey Vakfiyesi’nin tercümesini ele alan Dr. Phil. Ahmet Temir (Cevat Hakkı Tarım’ın yanlış olarak… Küfi hatla… diye  bahsettiği 67 (70) satırlık kısım bu vesikanın Uygur harfleriyle yazılı Moğolca özetinden başka bir şey değildir diyerek 1272 tarihli bu enteresan nüshanın iki dilde yazıldığını ortaya koyar (Kırşehir Emiri Caca Oğlu Nur EL-DİN’in 1272 Tarihli Arapca – Moğolca Vakfiyesi Dr. Phil. Ahmet Temir TTK Basımevi, 1959 Ank. s.5-6).

Müzeler eski Genel Müdürü Dr. Hamit Kosay 1948 yazında, Kırşehir Cevat Hakkı Tarım tarafından kendisine gönderilen ve Uygur harfleriyle yazılmış olan bir metnin kopyasını Dr. Phil. Ahmet Temir’e göstererek parçanın lisanı hakkında fikrini sormuş, Ahmet Temir parçanın Moğolca olduğunu hayretle görmüş ve bunun son derece önemli olduğunu beyan etmiştir. Moğolca metnin Cevat Hakkı Tarım tarafından ilk defa zikredildiğini, ancak tesadüfen 10 yıl sonra kendisi tarafından değerlendirildiğini belirtir ki bahsi geçen 10 yıl sonra Dr. Phil. Ahmet Temir 1959 yılında TTK tarafından basılan yukarıda adı geçen vakfiyenin tercümesini ve geniş izahını yapmıştır. Nitekim yazar bu eserden “Anadolu’da ilk olarak meydana çıkan Moğolca bir vesikayı ilim dünyasına sunmuş bulunmaktan” söz eder. Burada söz konusu Moğolca metnin tercümesinide aktarır ( Kırşehir Emiri Caca Oğlu Nur EL-DİN’in 1272 Tarihli Arapca – Moğolca Vakfiyesi Dr. Phil. Ahmet Temir TTK Basımevi, 1959 Ank. s.163-164-165).

MOĞOLCA METNİN TERCÜMESİ

(K1 = Birinci Kırşehir elyazması)

Maymun yılı, yazın ilk ayının son onunun ikisinde (20 Mayıs 1272), Latib Kermen Saray (Lâtif Kervan Sarayı)nda iken, Caca’nın (Çaça? Çeçe?) oğlu Nuradin (Nur el-Din), kendisinin bütün mal(ve) mülkünü tanrı uğrunda uġb (vkf, vakıf) yapıp bıraktı (ve) bu yazıya ithal ettirdi (kaydettirdi, yazdırdı). (Sonra şöyle dedi:)     

“Benden sonra hiç kimse, büyük (ve) 9a.    (büyük ? Mühür yeri ?) küçük kardeşim, (büyük?) oğlum,kız (ve) damadın, nesil (ve) nesebim (veya: akrabaların; Hend.) ve bu yazıda yazılmış kişilerden başka adamlar (yani hiç kimse), bu uġb’a (vakfa) zarar vermesinler, başka şeklesokmasınlar (değiştirmesinler), başka şekle sokarlarsa (değiştirirlerse),ebedî tanrının cezasına çarpılsınlar. Bu yazıda yazmış (olduğum) usule göre yerine getirilerek iş görülsün” dendikten sonra, (noyan’lar konuştular:)

  “Biz aşağıdaki noyan’lar, hepimiz de nöker’lerimizle birlikte (buna) tanık olduk:”Samaġar, Baynal, Dayir, Kökeçü,T(e)mür, Ebügen, Köke Buha-T(e)mür, Samdaġu İltüge, Tacadin (Tac el-Din) – Tutġaġul, 26a.   Nabçi-nın yüzbaşısı (kim?) Marġus, Taraġay, Uryanghaday, Anlaġ (?) – Aġtaçi, Onoġuçar, Onghiyan (ve) Bal-a-Baġurçi ikisi, Cirgin Hutu-Buha, Buġaçar; boranut (?) komutanları: Ögölçin (ve) Çamtu; yüzbaşılardan: Samdaġu, Çoban, Negbey, Maġu, Aġtaçit (ve) Çaġa; Nabçi’nın bökegül’ü (bökegül’leri?) Toġtoh’a, Esen,Çauġ-a (Cauġ-a?), Toġan,TurumtayEüdeçi,Uryanghaday’ın Oğlu Hitaday; Nabçi’ nın karargâh komutanı (komutanları?) Hangliday, Talbar, Keremün; sonra Samaġar-noyan’ın nöker’leri: Merkegü, Taraġay, Bükmiş, T(e)mür, Hurtuġ-a (Hurtġ-a?) (,) Baġurçit (baġurçit?) (,) Tödegü, Songhur, Botaġan, Bor-a, Körbuġa, Halçaġay, İl-Hutluġ, Molayiday, Mamaçuġ, Tegen-e, Sati (Sa‘di? Şadi? Seti?), Tabar (Teber?), Songhur (ve) Baġatur; Baynal’ın nöker’leri: Masġud (Mes’ud), Külebir,Molayd, Holtu-Huçar (-Hoca?), Kökeçü, 50a. Noġay (Nohay, Nokay), Bübek (Böbek? Bibek?), Kökedey, İdoġaday, Asiġutluh, Yürek, Aban; sonra: binbaşı Ayit (Eyit? Anit?),yüzbaşılardan: Uġs-a, Tuġuladay, Hasan (Kazan? Gazan?), Kökedey, Türkmen (Kökedey-Türkmen?), Yesüder, Atangasun(?), Hadaġan, Hoçġar, Möngkegür –Bökegül (ve) Hutuġu (hazır) olarak (ve) hepsi de Nuradin (Nur el-Din)in sözünü işiterek, bu uġb (vakıf) için tanık oldular (olduk).Samaġar (Samahar), Baynal, Nabçi, Beçin-e (Baçin-a? Barin-a?) başta        olarak, Urum (=Rum, Anadolu) noyan’ları, Nuradin’in uġb (uhb, vakıf) yaptığı (ettiği) hayrat için şahit olarak yazılar (imzalar) vermişlerdi. Şimdi yine tavuk yılında (1273 – 1274), Tuhu, Kerey, Matus-Bahşi, Acuntu (?), Kürçigün (Kürçigen?), T(a)ş-T(e)mür, Tölek-Haya (-Kaya?  –Hara? –Tara?),Tümeder, Kelige, Bek-T(e)mür, S///tmiş, Bahşi, Tölek, Buyildar, Eder (Aday? Edey?), Sadadin, Huça (Hoca? Huçan?), Kökedey, Bolad, Siraġan (ve) başka (noyan’lar), (işbu) şahitlik belgesini yazdılar (imzaladılar).

[99] Umumi Türk Tarihine Giriş, Ord. Prof. Dr. A. Zeki Velidi Toğan, Endorun Kitapevi, 1981 İst. S. 273

[100] Selçuklular Zamanında Türkiye Prof. Dr. Osman Turan 5. Baskı 1998 İst. s.457

[101] Osmanlılardan Önce Anadolu Türkleri Claude Cahen E Yayınları, 1979 İst. s.349

[102] Selçuklular Zamanında Türkiye Prof. Dr. Osman Turan 5. Baskı 1998 İst. s.525

[103] II. Uluslararası Sempozyumu Bildirileri, 1999 Ank. S. 189

[104] Baciyan-ı Rum (Anadolu Selçukluları Zamanında Genç Kızlar Teşkilatı), Dr. Mikail Bayram,  1987 Konya, S. 42, 43

[105] Baciyan-ı Rum-(Anadolu Selçukluları Zamanında Genç Kızlar Teşkilatı) Dr. Mikail Bayram,  1987 Konya, S. 42, 43

[106] 1.Ahi Evran-ı Veli ve Ahilik Araştırmaları Sempozyumu.haz. M. Fatih Köksal.G.Ü.Ahilik Kültütünü Araştırma Merkezi.yayın no :2.c1.s 63-77

[107] Mevlana Celaleddin Prof. Dr. B. Fürüzanfer M.E. Basımevi, 1986 İst. s.(103)

[108] Şeyh Evhadü’d-din-Hamid El-Kirmani Evhadiyye Tarikatı-Mikail Bayram Konya 1993

[109] Selçuklular Zamanında Türkiye Prof. Dr. Osman Turan 5. Baskı 1998 İst. s.524

[110] Cevat Hakkı Tarım Dr. F.N. Uzluk’un “Mevlana’nın Mektupları” adlı eserindeki bu mektubu Türkçe’ye çevirenin B. Ahmet Remzi Akyürek olduğunu duyurarak mektubu yayınlamıştır. Mevlana bu mektupta şöyle demektedir:

“Kapıları açan Allah’tır. Cenabı Allah günahtan sakınıp kendinden korkanlarla ve ihsan edenlerle beraberdir.             

Allah’tan korkan, hayır işleyen, temiz düşünceli, zahid, âbid, ahireti talip, iftihare lâyık sıfatlar sahibi, Allah’ın emirlerine ta’zim ve hududunu muhafaza eden, işleri lâtif, sözleri şerif, iki alemde beylerin müftabir olduğu, en büyük emir (Nural-al devlet-i ved-din) hazretlerini âli meclisi safada olup Cenabıhak yüceliğini daim kılsın. Garip ve acip hayırlar, nadir iyilikler yaparak, hakka tazim ve hürmetin inceliklerine riayet ederek sayısız yıllar baki olsun. Saatlar yenilendikçe, vakıtlar birbiri ardınca geldikçe bu muhlis duacıdan çok selâm ve dua kabul buyursunlar ve (onların alametleri secde eserinden yüzlerindedir.) ayeti kerimesine mazhar olan, âleme zeynet veren simalarına mülakat arzumuzun galip olduğunu bilsinler, hayırlı mülakat husule gelsin.

Cenabıhak işlerini düzeltsin. İhlaslı oğlumuz Nizameddin’in hâli bildirilmek lâzım geldi: pek çok zararlara uğramıştır. Bundan dolayı da dostların gönlü yaralı ve hastadır. Taraf-ı âlinize yönelip gitti. Sizin yardımınızdan ve küçükleri okşamak adetinizden ve lutfunuzdan umulan odur ki geçmiş zamandaki kendi kaideniz vechile iltifat ederek elini tutup yardımda bulunula. Netekim bundan evvel de lutuf buyurulmuştu. Ve Allah rızası için kendine acıtmıştı. Tanrı katında zayı’değildir. Ve kabul buyurulmuştur. Cenabı hak bir zerre mikdarı asla zulûmetmez. Dünya ahiretin ekeneğidir.

Allah yollarında mallarını sarf edenlerin hâli her biri yüz buğday verip yedi başak hasıl eden bir buğday danesine benzer. Ekme çağı geçmeden, orak vakti bitmeden pek fazla çalışarak işe başlamak ve hayır tohumlarını ekmek akıl ve iman yönünden vacib ve farzdır, Alelhusus aziz oğlumuz Nizameddin’in şehlerin Sultanı, hakkın ziyası, kalplerin nuru, zamanın cüneydi (Cenabıhak ömrünü uzatmakla Müslümanları failendirsin). Hüsameddin hazretlerini hısımlığı ve kArapeti vardır.

Cenabıhakkın bir takım şerefli kulları vardır. Onların yer yüzündeki mahal ve mevkileri yağmur gibidir, karaya düşerse buğday, denize düşerse inci çıkarır.

Umarım ki bütün muhtaçlar hakkında meşur ve marut olup onları şakir ve zâhir kılan terbiye ve ihsanınızla Nizameddin oğlumuz dahi hıfız ve himayeniz ve aşırı derece inayetiniz sayesinde sevinçle, selâmetle ve ganimete nailiyetle geri gelsin de bu daiye ve fukaranıza minnetler, size de hadsiz hesapsız sevap ve sena hasıl olsun. İnşaallah-ı Taalâ.”

[111] Selçuklular Zamanında Türkiye Prof. Dr. Osman Turan 5. Baskı 1998 İst. s.522

[112] Kastamonu tarihi-Talat Mümtaz Yaman-İst. 1935 s.87

[113] Selçuklular Zamanında Türkiye Prof. Dr. Osman Turan 5. Baskı 1998 İst. s.332

[114] Osmanlılardan Önce Anadolu Türkleri Claude Cahen E Yayınları, 1979 İst. s.263-265

[115] Osmanlılardan Önce Anadolu Türkleri Claude Cahen E Yayınları, 1979 İst. s.282

[116] Kırşehir Emiri Caca Oğlu Nur EL-DİN’in 1272 Tarihli Arapca – Moğolca Vakfiyesi Dr. Phil. Ahmet Temir TTK Basımevi, 1959 Ank. s.203

[117] Kırşehir Emiri Caca Oğlu Nur EL-DİN’in 1272 Tarihli Arapca – Moğolca Vakfiyesi Dr. Phil. Ahmet Temir TTK Basımevi, 1959 Ank. s.178-179-180-181-182

[118] Kırşehir Emiri Caca Oğlu Nur EL-DİN’in 1272 Tarihli Arapca – Moğolca Vakfiyesi Dr. Phil. Ahmet Temir TTK Basımevi, 1959 Ank. s.157

[119] Kırşehir Emiri Caca Oğlu Nur EL-DİN’in 1272 Tarihli Arapca – Moğolca Vakfiyesi Dr. Phil. Ahmet Temir TTK Basımevi, 1959 Ank. s.180-181

[120] Kırşehir Emiri Caca Oğlu Nur EL-DİN’in 1272 Tarihli Arapca – Moğolca Vakfiyesi Dr. Phil. Ahmet Temir TTK Basımevi, 1959 Ank. s.199

[121] Mevlana Celaleddin Prof. Dr. B. Fürüzanfer M.E. Basımevi, 1986 İst. s.184

[122] Hacı Bektaş-ı Veli, Menakıp-ı Hacı Bektaş-ı Veli Vilayetname, Hazırlayan A. Gölpınarlı, 1958 İst. S. 50

[123] Adı geçen tebliğ özeti için Bk. 1973 Kırşehir İl Yıllığı s.7

[124] Eskişehir minaresindeki yazıtta “Allah’ın rahmetine yalvaran zayıf kul (ve) savaş’ın atası Cepra’il ibn Caca…..” denmektedir (Kunter – Kitabelerimiz VD II, s.432 Aktaran Kırşehir Emiri Caca Oğlu Nur EL-DİN’in 1272 Tarihli Arapca – Moğolca Vakfiyesi Dr. Phil. Ahmet Temir TTK Basımevi, 1959 Ank. s.201)

[125] Caca Bey’in Kırşehir’le birlikte   yapılmış eserleri:

  1. Kırşehir’de 1272 yılında tamamlanan bir medrese, aynı medrese yanında bir mescid, bir hanigah, bir zaviye, bir mektep, bir Dar el-Suleha ve yine kız kardeşine ait bir türbedir.
  2. Kayseri’de “Nizam el Din el-Müstevfi” ismiyle anılan bir mescid el cami
  3. İskilib’te bir medrese
  4. Talımeğini’de her ikisi de vakıf tarafından yaptırılan bir medrese, bir mescid
  5. Eskişehir’de vakıf tarafından yaptırılan bir mescid, vakıf tarafından tamir ettirilen 17 mescid, Şeyh Abd Allah el Bedevî’ye ait olan ve vakıf tarafından tamir ettirilen bir zaviye, yine her ikiside vakıf tarafından yaptırılan bir han ve buna bağlı bir mescid (Tüm bu bilgiler için Bk. Kırşehir Emiri Caca Oğlu Nur EL-DİN’in 1272 Tarihli Arapca – Moğolca Vakfiyesi Dr. Phil. Ahmet Temir TTK Basımevi, 1959 Ank. s.10-11)

[126] Umumî Türk Tarihine Giriş,  Ord. Prof. Dr. A. Zeki Velidî Togan, 1981 İst.  s.319

[127] Ebu l Ferec Chronogapny s.509 Aktaran Selçuklular Zamanında Türkiye, Prof. Dr. Osman Turan 5. Baskı 1998 İst. s.623-624

[128] Umumî Türk Tarihine Giriş, Ord. Prof. Dr. A. Zeki Velidî Togan, İst. Ünv. Ed. Fak. Yayınları, 3. Baskı 1981 İst. s.318-319

[129] Umumî Türk Tarihine Giriş, Ord. Prof. Dr. A. Zeki Velidî Togan, İst. Ünv. Ed. Fak. Yayınları, 3. Baskı 1981 İst. s.484/20

[130] Memlüklüler: XIII. yüzyıl Ortadoğu’sunda kurulmuş büyük Türk devletlerinden birisidir. Memlük tutsak, köle ve ücretli asker anlamındadır.

[131] Selçuklular Zamanında Türkiye, Prof. Dr. Osman Turan, 5. Baskı 1998 İst. s.545

[132] Oğuzlar (Türkmenler) Prof. Dr. Faruk Sümer, Ank. Ünv. Basımevi, 1967 s.158

[133] Karamanoğlu Türkmenleri Ermenak yöresinde yurt tutmuşlardır. Onların Moğol istilası üzerine Errârdan ilk önce Sivas tarafına gelmeleri ve orada Babai ayaklanmasına katıldıktan sonra Ermenak çevresine göç etmiş olmaları mümkündür. Karamanoğlu ailesinin Avşar boyundan olması mümkün, hatta muhtemeldir. (Oğuzlar – Türkmenler – Prof. Dr. Faruk Sümer, Ank. Ünv. Basımevi, 1967 s.158-159)

Fuat Köprülü, Aşık Paşa ailesinin tarihinin de XIII. yüzyıl da Anadolu’daki meşhur Babailer isyanı hadisesiyle ve Karaman Beyliği’nin başlangıcı meselesiyle, sıkı sıkıya bağlı olduğunu belirtir. Fuat Köprülü’nün bu düşüncelerine İslam tarihi yazarı Claude Cahen’de katılarak özetle; Karaman’ın Babasının Nuri Sufî adında bir kimse olduğu Azerbaycan’da kaldığı, birkaç yıl Sivas’ta yaşadığı belirtilmekte, Horasanlı bir sufîden, Baba İlyas’tan söz edilmekte, bu kimseyle hem Karaman’ın Babası Nuri Sufî, hem de Baba İlyas’ın ilişki içinde oldukları Türkmenler’e önderlik eden bu kimselerin dinsel alanda da birer önder oldukları  bahsedilmektedir (Osmanlılar’dan Önce Anadolu Türkleri, Claude Cahen, E Yayınları, 1979 İst. s.274-275). Yine aynı noktada Paul Wittek Türkmenler arasında patlak veren Babai hareketinin Karaman Beyliği’nin kurulmasında rol oynadığından sözetmektedir (Osmanlı İmparatorluğunun Doğuşu, Paul Wittek, Pencere Yayınları, İst. 1. Baskı s.52).

[134] Selçuklular Zamanında Türkiye, Prof. Dr. Osman Turan, 5. Baskı 1998 İst. s.545

[135] Malya Ovası’nın bulunduğu alanda bugün Kürt aşiretleri içinde kendilerini “Tatar” diye nitelendiren ve de böyle bilinen aileler vardır ki, bunlar bölgeye sonradan yerleşen ve Kürt aşiretleri içinde uzun yıllar kalmaları sonucu kaynaşan kesimlerdir. Bu Kürt aşireti köyleri içinde “Üçkuyu” köyü hala eski Tatar köyü olarak bilinir. Üçkuyu köyü ile Çiğdeli köyü arasında yer alan ve resmen tescil edilen, yüzey kazılarında  M.Ö. 3-2 Ve 1.Bin ile Osmanlı dönemine ait yerleşim gördüğü kesinleşen 187 m Çapında 13m. Yüksekliğinde bir höyük’e yöre de ‘Tatar Höyük’ü ‘ denilir ki bu yerleşim bölgesin de Tatar varlığını doğrulayan  bir başka boyuttur.   Sonradan Kürt aşiretleriyle kız alıp vererek kaynaşmışlardır. Malya Ovası’nın Kırşehir kesitinde en verimli sulu taban arazileri bölgesine 1700-1800 yılları arasında yerleşen Kürt aşiretleri içinde yaygın bir Tatar varlığı mevcuttur. Yine Kırşehir merkezinde Cacabey Medresesi’nin hemen yakınlarında bir mahallenin hala bugüne kadar gelen eski bir adı “Tatarlar Mahallesi”dir.Yalnız bu mahallenin Tatarlar adı Osmanlı – Rus Savaşı ile Ruslar Kırım’ı zaptettikten sonra Tuna Nehri’ni aşarak Dobruca’ya oradan da İstanbul’a göçeden 1899’larda da Kırşehir’e yerleşen Kırım Tatarları’nın oluşturduğu bir mahalleden gelmektedir.Yine Kaman’da adını şimdiki ‘yeni köy’ün eski adından alan Nogaykızık, Darıözü, Değirmenözü, ve Göğüşme adları aynı zamanda hala bölge halkı arasında tatar aşiretleri çeşitlemeleri olarak anılırlar.’Nogaykızık Tatarları, Darıözü Tatarları, Değirmenözü Tatarları, Göğüşme Tatarları vb…’

[136] Büyük Osmanlı Tarihi, Prof. Dr. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, c.2 s.16

[137] Osmanlılardan Önce Anadolu Türkleri, Claude Cahen, E Yayınları, 1979 İst. s.282

[138] Selçuklular Zamanında Türkiye, Prof. Dr. Osman Turan, 5. Baskı 1998 İst. s.547-548

[139] Selçuklular Zamanında Türkiye, Prof. Dr. Osman Turan, 5. Baskı 1998 İst. s.549

[140] Selçuklular Zamanında Türkiye, Prof. Dr. Osman Turan, 5. Baskı 1998 İst. s.549

[141] Osmanlılardan Önce Anadolu Türkleri, Claude Cahen, E Yayınları, 1979 İst. s.282

[142] Selçuklular Zamanında Türkiye, Prof. Dr. Osman Turan, 5. Baskı 1998 İst. s.551-552

[143] Selçuklular Zamanında Türkiye, Prof. Dr. Osman Turan, 5. Baskı 1998 İst. s.553

[144]  Mevlana Celaleddin, Prof. Dr. B. Fürüzanfer, M.E. Basımevi, 1986 İst. s.186-187

[145] Anadolu Uygarlıkları Ansiklopedisi, Görsel Yayınları, C. 3, S. 585

[146] Oğuzlar (Türkmenler), Prof. Dr. Faruk Sümer, Ank. Ünv. Basımevi, 1967 s.159

[147] Osmanlılardan Önce Anadolu Türkleri, Claude Cahen, E Yayınları, 1979 İst. s.281

[148] Büyük Osmanlı Tarihi, Prof. Dr. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, c.1 s.16

[149] Büyük Osmanlı Tarihi, Prof. Dr. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, c.1 s.16

[150] Büyük Osmanlı Tarihi, Prof. Dr. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, c.1 s.17

[151] Selçuklular Zamanında Türkiye, Prof. Dr. Osman Turan, 5. Baskı 1998 İst. s.562

[152] Osmanlılardan Önce Anadolu Türkleri, Claude Cahen, E Yayınları, 1979 İst. s.282

[153] Türkiyenin İktisadi ve İçtimai Tarihi, Prof. Dr. Mustafa Akdağ, Cem Yayınevi, İst. 1995 c.1 s.160

[154] Selçuklular Zamanında Türkiye, Prof. Dr. Osman Turan, 5. Baskı 1998 İst. s.562

[155]  Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, Robert Mantran, Cem Yayınevi, 1995 İst. c.2 s.381

[156] Osmanlılardan Önce Anadolu Türkleri, Claude Cahen, E Yayınları, 1979 İst. s.283

[157] Selçuklu Tarihi,  İbrahim Kafesoğlu,  1992 İst.  s.118

[158] Selçuklu Tarihi,  İbrahim Kafesoğlu,  1992 İst.  s.117-119

[159] Oğuzlar (Türkmenler), Prof. Dr. Faruk Sümer, Ank. Ünv. Basımevi, 1967 s.159

[160] Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, Robert Mantran, Cem Yayınevi, 1995 İst. c.2 s.383

[161] Selçulular Zamanında Türkiye, Osman Turan, 1998 İst. S. 651, 652, 653

[162] Umumî Türk Tarihine Giriş, Ord. Prof. Dr. A. Zeki Velidî Togan, İst. Ünv. Ed. Fak. Yayınları, 3. Baskı 1981 İst. s.259

[163] Selçuklular Zamanında Türkiye, Prof. Dr. Osman Turan, 5. Baskı 1998 İst. s.520-521

[164] Anadolu Aleviliğinde Yol Ayrımı, Nejat Birdoğan, 1995 İst. S. 161

[165] Türkiyenin İktisadi ve İçtimai Tarihi, Prof. Dr. Mustafa Akdağ, Cem Yayınevi, İst. 1995 c.1 s.192-193

[166] Cevat Hakkı Tarım Danişmentliler’le ilgili olarak; Alparslan’ın Anadolu’da işgal ettiği toprakların bir kısmını mahiyetindeki komutanlara paylaştırdığını, Malatya’nın fethinde büyük yararlılıkları dokunan Danişment Ahmet Gazi’ye de bu arada Malatya’yı vermekle kalmayıp, bundan gayri zaptedeceği Bizans topraklarının emirliğini ve hilafet menşurunu vereceğini vaad ettiğini, Danişment Ahmet Gazi’nin Samsun, Kastamonu, Tokat, Sivas ve Kayseri’yi içine alan bir bölgede Ankara kapılarına kadar uzandığını belirterek “Kırşehir’in Danişmentliler’in eline geçtiğinden şüphe yok” der ve şöyle devam eder:

                “Uzun süre Haçlılarla çarpışmak, Selçuklularla bozuşmak, kardeş kardeşle boğazlaşmak yüzünden Danişmentliler zayıfladılar ve sarsıldılar. Bu durumdan faydalanan Selçuklular, Danişmentliler’in hakimiyetlerine son verdiler. 1177’de diğer toprakları arasında Kırşehir’i de ülkelerine kattılar.” (Kırşehir Tarihi, Cevat Hakkı Tarım, Kırşehir İl Basımevi,, 1947, s.32)

[167] Türkiyenin İktisadi ve İçtimai Tarihi, Prof. Dr. Mustafa Akdağ, Cem Yayınevi, İst. 1995 c.1 s.78

[168] Türk Arkeoloji Dergisi’nin 1997 yılı XXXI. sayısında yayınlanan bu makalede “İvaz Mezar Taşı”nı inceleyen Mehmet Göktürk, özetle şöyle der:

          “Anadolu Selçuklu figürleri ve özellikle insan figürlerinde Orta Asya etkisinin bilinenden daha çok olduğunu göstermektedir. Selçuklu dönemine ait mezar taşında kadeh motifinin Kırşehir’de ortaya çıkması ise daha anlamlıdır. İslam öncesi Türkler’de bir dönem Orta Asya’da içkinin fazla içilmesi nedeniyle, insan figürleriyle birlikte kadeh motifine yer verildiği bilinmektedir. Kadeh motifi Orta Asya Türk sanatının sık sık rastlanan önemli bir unsurudur. Kırşehir’de bulunan ‘İvaz Mezar Taşı’ figürünün kadeh taşıması karşılaştırma açısından oldukça önemlidir. Kırşehir mezar taşlarında tarikatların etkileri olan şir-u hurşit ve haşhaş dalı gibi motiflerin yanında, kadeh gibi tümüyle Orta Asya yaşayış ve inançlarına bağlı bir motif olarak kadehin ortaya çıkması son derece doğaldır. İvaz figürünü Orta Asya Türk sanatının Anadolu’muza uzanmış çok belirgin bir çizgisi olarak nitelendiriyoruz. İvaz Mezar Taşı’nın Kırşehir’’n Selçuklular’dan beri kullanılan Aşıkpaşa Mezarlığı’ndan getirildiği anlaşılmaktadır. İvaz figürümüzün çok önemli yanı elinde taşıdığı kadeh motifi nedeniyle Türk kültürü açısındandır. Türk dönemi figürlerini taramamıza karşın bu anlamda mezar taşlarında kadeh motifine rastlamadık. Konunun önemini şu şekilde açabiliriz ki Orta Asya ve Ötüken bölgesi balballarında yeralan insan figürlerinin pek çoğunun elinde kadeh motifine rastlanmaktadır.” (Kültür Bakanlığı Anıtlar ve Müzeler Genel Müdürlüğü. Türk Arkeoloji Dergisi s.XXXI. Ayrı Basım,  Mehmet GökTürk “Elinde kadeh taşıyan genç erkek figürlü Kırşehir Selçuklu Mezar Taşı”  Ank. 1997 s.333-334-335)

[169] Edebiyat Araştırmaları, Prof. Dr. Fuat Köprülü, Ötüken Yayınları, 1989 İst. c.2 s.503

[170] Aşıkpaşa ve Oğlu Elvan Çelebi, Ethem Erkoç, 2005, Çorum, s.53

[171] Garipnâme  Aşıkpaşa – Yı Velî Ardıç Yayınları, 1998 Çev. Doç. Dr. Bedri Noyan (DedeBaba) s.17

[172] Âşık Paşaoğlu Tarihi, Âşık Paşa Zâde. Haz: Adsız M.E.B. yay, İst,1970, sy 3.

[173] Edebiyat Araştırmaları, Prof. Dr. Fuat Köprülü, Ötüken Yayınları, 1989 İst. c.2 s.503

[174] Edebiyat Araştırmaları, Prof. Dr. Fuat Köprülü, Ötüken Yayınları, 1989 İst. c.2 s.504

[175] Bu köyün adı tüm kaynaklarda eski adıyla Çat olup, Babai İsyanı sırasında Selçuk sultanının Aşık Paşa’nın dedesi Baba İlyas’ı yakalamak için üzerine askerlerini gönderdiği köydür.

[176] Edebiyat Araştırmaları, Prof. Dr. Fuat Köprülü, Ötüken Yayınları, 1989 İst. c.2 s.505

[177] Edebiyat Araştırmaları, Prof. Dr. Fuat Köprülü, Ötüken Yayınları, 1989 İst. c.2 s.506

[178] Garipnâme  Aşıkpaşayı Velî Ardıç Yayınları, 1998 Çev. Doç. Dr. Bedri Noyan (DedeBaba) s.18

[179] Vilademir Gordlerskiy 1920’lerden itibaren dönemin Sovyetlerince araştırma yapmak üzere Türkiye’ye gönderilmiş, bu arada da Kırşehir’e de uğramış, birkaç yıl çalıştıktan sonra bazı eserler yazmıştır.

[180] “Kızılca” Kırşehir merkezine 14 km. uzaklıkta bir köyün de adıdır.

[181] Edebiyat araştırmaları, Prof. Dr. Fuat Köprülü, Ötüken Yayınları,, 1989 İst. c.2 s.506-507

[182] Edebiyat araştırmaları, Prof. Dr. Fuat Köprülü, Ötüken Yayınları,, 1989 İst. c.2 s.508-509

[183]  Umumî Türk Tarihine Giriş, Ord. Prof. Dr. A. Zeki Velidî Togan, İst. Ünv. Ed. Fak. Yayınları, 3. Baskı 1981 İst. s.384

[184] Arap Milliyetçiliği ve Türkler, İlhan Arsel, 1987 İst. s.252-254

[185] Umumi Türk Tarihine Giriş, Ord. Prof. Dr. A. zeki Velidi Togan, İst. Ünv. Ed. Fak. Yayınları, 3. Baskı 1981 İst. S. 21

[186] Büyük Osmanlı Tarihi, Prof. Dr. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, TTK Yayınevi, 6.baskı c.2 s.22

[187] Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, Robert Mantran, Cem Yayınevi, 1995 İst. c.2 s.381

[188] Selçuklu Tarihi  İbrahim Kafesoğlu  1992 İst.  s.119

[189] Umumî Türk Tarihine Giriş, Ord. Prof. Dr. A. Zeki Velidî Togan, İst. Ünv. Ed. Fak. Yayınları, 3. Baskı 1981 İst. s.215

[190] Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, V. V. Barthold, s.159-179 1975 Ank.  

[191] Garipnâme  Aşıkpaşa – Yı Velî Ardıç Yayınları, 1998 Çev. Doç. Dr. Bedri Noyan (DedeBaba) s.21

[192]  Garipnâme  Aşıkpaşa – Yı Velî Ardıç Yayınları, 1998 Çev. Doç. Dr. Bedri Noyan (DedeBaba) s.20-26

[193]  Garipnâme  Aşıkpaşa – Yı Velî Ardıç Yayınları, 1998 Çev. Doç. Dr. Bedri Noyan (DedeBaba) s.18

[194]  Kırşehir Güldestesi Mehmet Önder Filiz Yay. No:7 1976 Ank. s.17

[195]  Garipnâme  Aşıkpaşayı Velî Ardıç Yayınları, 1998 Çev. Doç. Dr. Bedri Noyan (DedeBaba) s.20

[196] Fuat Köprülü, Ahmet Yesevi ile başlayan Yeseviliğin  etkisiyle küçük Asya’da geliştirilen Şamanist etkilerin Selçuklu devletinin hoşuna gitmediğini, Yeseviliğin Anadolu’da Babai eylemini doğuran en önemli etken olduğuna vurğu yapar. Ahmet Yesevi tarafından yazıldığı kesin olan hiçbir eserin mevcut olmadığını, ancak asırlar sonra ona maledilen bazı söz ve hareketlerin de doğru fikri vermekten uzak olduğunu belirten Fuat Köprülü, Orta Asya’da kuvvetli bir Nakşibendiye Tarikatı’nın kuruluşundan sonra da Ahmet Yesevi’nin Nakşibendi Tarikatı’nın görüşüne göre tasvir edildiğini belirtir.Yine Fuat Köprülü “Türk Edebiyatında İl Mutasavvıflar” adlı eserini yazarken, Yesevi’yi  Nakşibendi kaynaklarının gösterdiği şekilde tasvir ettiğinin de özeleştirisini yapar ve “Halbuki Babai, Haydari ve Bektaşi ananelerinin Ahmet Yesevi hakkındaki rivayetleri şüphesiz tarihi hakikate daha yakındır” deyip, Anadolu’da Babai ve Bektaşi tarikatlarının teşekkülünde Yeseviliğin önemli rol oynadığını da belirtir. (İslam Medeniyeti Tarihi, Prof. Dr. W. Borthold, Prof. Dr. M. Fuat Köprülü, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 1984 Ank. S. 191, 192, 194) Ahmet Yesevi’nin gömülü bulduğu yer bir zamanlar Özbekler’in başkent edinmiş oldukları şehir Türkistan adını almıştır ki, bu Ahmet Yesevi sevgisinin Türkler için ve Özbekler için olan ehemmiyetini kesin bir açıklıkla göstermektedir. Timur tarafından Ahmet Yesevi’nin kabri üzerine yaptırılmış binada bir çok Özbek Han ve Hatunları’nın kabirleri bulunmaktadır.

[197] Anadolu’da Aleviler ve Tahtacılar, Prof. Dr. Yusuf Ziya Yörükan, TTK Basımevi, 1998 Ank. s.136

[198] 1957-1960 yılları arasında Kırşehir Milletvekilliği yapan Hayri Çopuroğlu Dr. H. Kıvılcımlı      ile Kırşehir cezaevinde yattığı sırada sık sık görüştüğünü,Kırşehir tarihine ilişkin olarakta sohbet ettiklerini söyler.                                                                                                           

[199] Osmanlı Tarihi Maddesi, Dr.Hikmet Kıvılcımlı,  Tarihsel Maddecilik Yayınları, 1974 İst.  c.1  s.202-203

[200] Anadolu Uygarlıkları Ansiklopedisi, Görsel Yayınları, C. 4. S. 729

[201] Yol-Bilim, Kültür Araştırma Dergisi, Mart-Nisan 2000, 4, s.2-3-4, Irene Melikof “Bektaşiler ve İlk Osmanlılar” (I.Melikof’un XIII. Tarih Kongresi’nde Yaptığı Konuşma Özeti)

[202] Şeyh Edebali’nin kızının adı olarak Aşıkpaşazade “Malhon Hatun”, Oruç Bey tarihinde “Rabia Hatun” Rüstem Paşa tarihinde “Bala Hatun” tabiri geçmektedir. Mala Hatun’la Bala Hatun, Osman Bey’in ayrı ayrı zevceleridir. Mal Hatun Orhan Bey’in annesidir (Büyük Osmanlı Tarihi Prof. Dr. İsmail Hakkı Uzunçarşılı TTK Yayınevi, 6. Baskı c.1 s.105/2, 105/3).

Edebali’nin kızı Rabia veya Bâla Hatun’u alarak Osman Bey, bu şehe damat olmuş bu evlilikten de Şehzade Alaaddin Bey doğmuştur ( Büyük Osmanlı Tarihi Prof. Dr. İsmail Hakkı Uzunçarşılı TTK Yayınevi, 6. Baskı c.1 s.560-561).

[203] Edebiyat Araştırmaları, Prof. Dr. Fuat Köprülü, Ötüken Yayınları, 1989 İst. c.2 s.504

[204] Aşık Paşaoğlu Tarihi, Atsız, M.E.B 1992 Ank. s.164

[205] Anadolu’da Aleviler ve Tahtacılar, Prof. Dr. Yusuf Ziya Yörükan, TTK Basımevi, 1998 Ank. s.112

[206] Pir Sultan Abdal – İlhan Başgöz s.16

[207] 1. Uluslararası Ahilik Kültürü Sempozyumu Bildirileri (13-15 Ekim 1993 Ank.) Kültür Bakanlığı Yayınları, 1996. “Ahiliğin Ortaçağ Toplumuna Etkileri, Prof. Dr. Neşet Çağatay s.39

[208] Baciyan-ı Rum(Anadolu Selçukluları Zamanında Genç Kızlar Teşkilatı) Dr. Mikail Bayram Gümüş Matbaası 1987               Konya

[209] Selçuklu Tarihi,  İbrahim Kafesoğlu,  1992 İst.  s.114

[210] II. Uluslararası Ahilik Kültürü Sempozyumu Bildirileri, 1999 Ank. S. 25, “Manzum Bir Fütühname” Yrd. Doç. Dr. Nuran Altuner

[211] Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Prof. Dr. Fuat Köprülü, S. 244

[212] Garipname Aşık Paşa’yı Veli, Çev. Doç. Dr. Bedri Noyan, Ardıç Yayınları, 1998 Ank. S. 338

[213] İslam Medeniyeti Tarihi, Prof. Dr. W. Barthold Prof. Dr. M. Fuat Köprülü, 6. Baskı 1984 Ank. s.239

[214] Yol. Bilim, Kültür Araştırma Dergisi,  Mart – Nisan 2000.  4,  Irene Melikof “Bektaşiler ve İlk Osmanlılar”  s.2.  I. Melikof’un XIII. Tarih Kongresi’nde yaptığı konuşmanın özetinden alınmıştır.

[215] Atatürk Lord Kınross s.43-44

[216] Baciyan-ı Rum (Anadolu Selçukluları Zamanında Genç Kızlar Teşkilatı), Dr. Mikail Bayram 1987 Konya, S. 20

[217] Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, Robert Mantran, Cem Yayınevi, 1995 İst. c.1 s.37

[218] Aşık Paşaoğlu Tarihi, Atsız, M.E.B 1992 Ank. s.163

[219] Büyük Osmanlı Tarihi, Prof. Dr. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, TTK Yayınevi, 6. Baskı c.1 s.261

[220] Büyük Osmanlı Tarihi, Prof. Dr. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, TTK Yayınevi, 6.baskı c.1 s.561/1

[221]Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, Robert Mantran, Cem Yayınevi,, 1995 İst. c.1 s.37-38

[222] Orhan Bey,Tayyip Gökbilgin, İA c.9 s.399-408 Aktaran Toktamış Ateş. Osmanlı Toplumunun Siyasal Yapısı Ümit Yayıncılık 2. Baskı 1994 Ank. s.138

[223] Aşık Paşaoğlu Tarihi, Atsız, M.E.B 1992 Ank. s85-86

[224] Osmanlı Toplumunun Siyasal Yapısı, Toktamış Ateş, Ümit Yayıncılık 2. Baskı 1994 Ank. s.162-163

[225] Osmanlı Toplumunun Siyasal Yapısı, Toktamış Ateş, Ümit Yayıncılık 2. Baskı 1994 Ank. s.172

[226] “Çandarlı”. Uzunçarşılı, İA c.3 s.351-357 Aktaran Toktamış Ateş, Osmanlı Toplumunun Siyasal Yapısı s.138

[227] Kırşehir Tarihi, Cevat Hakkı Tarım, 2. Baskı Kırşehir il Basımevi, 1947 s.93

[228] Ahilik, Dr. Yusuf Ekinci, 1989 Ank. s.27-28

[229] Anadolu Aleviliğinde Yol Ayrımı, Nejat Birdoğan, 1995 İst. S. 165

[230] Kızılca Karyesinin Yarı Payı, bu karyenin sınırında bulunan Baranağıl Karyesinin ¼’ü, Caruk ve Lodran Karyesinin yarısı, Kara Halil Karyesinin ve Umur köyü İncekir mezrasının yarısı, Yazı Timir’in yarısı, Koçak mezrasında Gökcelu Karyesinin yarısı, Kızılkaya Karyesinin ve Akçaağıl mezrasının yarısı, Mikail Hisara Karyesinin yarısı, Bügdüz Karyesinin ¼’ü, Karslan Karyesinin 1/6’sı Arslan Tomuş Karyesinin yarısı… Adı geçen yerlerin tümü Kırşehir kazasına tabi olup, yanlızca Mikail Hisarlı kazası Hacı Bektaş kazasına tabi olup, bu vakfın hibe olunmayacağı, rehin verilmeyeceği valilerden, varislerden ve sair kimselerden hiç kimsenin vakfın tedbiline yetkisi olmadığı belirtilmiştir (Tüm bu bilgiler için bk. Kırşehir Tarihi Cevat Hakkı Tarım 2 Baskı. Kırşehir İl Yıllığı Basımevi,  1947 s.98-100).

[231] Devlet teşkilatı olmayan yerlerde yönetim işlerini de birçok yerde Ahiler üstlenmişlerdir (Türk Edebiyatında İlk Mutasavvuflar, Fuat Köprülü s.216/45).

[232] Türk Edebiyatında İlk Mutasavvuflar, Fuat Köprülü s.216/45

[233] Aktaran Toktamış Ateş, Osmanlı Toplumunun Siyasal Yapısı, Ümit Yayıncılık 2. Baskı 1994 Ank. s.139

[234] II. Uluslararası Ahi Kültürü Sempozyumu Bildirileri, S. 72,  “Günümüz Ankara’sında Ahilik’ten Kalan Gelenekler”, A. Esat Bozyiğit

[235] Bu Mülkün Sultanları, Necdet Sakaoğlu, Ocak 2000, S. 45

[236] Tacüt-Tevarih, Hoca Sadettin Efendi, Hazırlayan İsmet Parmaksızoğlu, 1999 Ank. C. 1, S. 110

[237] II. Uluslararası Ahi Kültürü Sempozyumu Bildirileri, 1999 Ank. S. 193 “Ahilik, Toplum, Devlet”, Prof. Dr. Halil İnalcık.

[238] Büyük Osmanlı Tarihi, Prof. Dr. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, TTK Yayınevi, 6.baskı c.1 s.105

[239] Söz konusu icazetnâme ve vakıfnâmede “…Ahiler’den kuşandığım kuşağı, Ahi Musa’ya kendi elümle kuşadıp Mağalkara’da (Malkara’da) Âhi diktim ve bu Ahi Musa veya evlatlarından kimesneyi ihtiyar idüp ya akrabalarından vey gigeygülerinden Ahilik icazetin virip, bizden sonra yürümüze Ahi şenol diyeler ki bunları fert olduktan sonra Şer’ile sabit ve zahir ola…” denmiştir (Büyük Osmanlı Tarihi, Prof. Dr. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, TTK Yayınevi, 6.baskı c.1 s.531)

[240] Ahilik Nedir? Prof. Dr. Neşet Çağatay, TESK Yayınları, No:40. S.8

[241] İBN BATUTA Seyehatnâmesi’nden seçmeler,  İsmet Parmaksızoğlu, M.E.Basımevi, 1986 İst. s.7-8

[242] Tek Adam,   Şevket Süreyya Aydemir, 17.baskı Remzi Kitapevi 1999 c.2  s.183-184

[243] Osmanlılardan Önce Anadolu Türkleri, Claude Cahen, E Yayınları, 1979 İst. s.331

[244] Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, Robert Mantran, Cem Yayınevi, 1995 İst. c.2  s.383

[245] Kırşehir Tarihi, Cevat Hakkı Tarım, Kırşehir 1947

[246] Türk Edebiyatında İlk Mutasavvuflar, Prof. Dr. Fuat Köprülü, Ank. 1984 s.240/84

[247] Büyük Osmanlı Tarihi, Prof. Dr. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, TTK Yayınevi, 6.baskı c.6  s.427-428-429

[248] Türk Edebiyatında ilk Mutasavvuflar, Prof. Dr. Fuat Köprülü, Ank. 1984 s.216/44

[249] Mevlana Celaleddin, Prof. Dr. B. Fürüzanfer, M.E. Basımevi, 1986 İst. s.24-25-26

[250] 1. Uluslararası Ahilik Kültürü Sempozyumu Bildirileri (13-15 Ekim 1993 Ank.) Kültür Bakanlığı Yayınları, 1996. “Türkiye’de Ahilik Araştırmalarına Eleştirisel Bir Bakış”

[251] 1. Uluslararası Ahilik Kültürü Sempozyumu Bildirileri (13-15 Ekim 1993 Ank.) Kültür Bakanlığı Yayınları, 1996. “Türkiye’de Ahilik Araştırmalarına Eleştirisel Bir Bakış”  s.135

[252] 1. Uluslararası Ahilik Kültürü Sempozyumu Bildirileri (13-15 Ekim 1993 Ank.) Kültür Bakanlığı Yayınları, 1996. “Türkiye’de Ahilik Araştırmalarına Eleştirisel Bir Bakış”  s.134-138

[253] 1. Uluslararası Ahilik Kültürü Sempozyumu Bildirileri (13-15 Ekim 1993 Ank.) Kültür Bakanlığı Yayınları, 1996. “Türkiye’de Ahilik Araştırmalarına Eleştirisel Bir Bakış”  s.135

[254] Antalya IV. Selçuklu Semineri Bildirileri- Antalya Valiliği Yayınları 1993 Antalya(“Selçuklular zamanında Antalyada Ahiler” Doç. Dr. Mikail Bayram s. 45

[255] II, Uluslararası Ahilik Kültürü Sempozyumu Bildirileri, 1999 Ank. S. 23, “Manzum Bir Fütühname”, Yrd. Doç. Dr. Nuran Altuner

[256]  1. Uluslararası Ahilik Kültürü Sempozyumu Bildirileri (13-15 Ekim 1993 Ank.) Kültür Bakanlığı Yayınları, 1996. “Anadolu Aleviliğinin bugününe Ahiliğin etkileri” Nejat Birdoğan  s.18

[257] 1. Uluslararası Ahilik Kültürü Sempozyumu Bildirileri (13-15 Ekim 1993 Ank.) Kültür Bakanlığı Yayınları, 1996. “Anadolu Aleviliğinin bugününe Ahiliğin etkileri” Nejat Birdoğan  s.19

[258] Türkiyenin İktisadi ve İçtimai Tarihi, Prof. Dr. Mustafa Akdağ, Cem Yayınevi, İst. 1995 c.1 s.12

[259] Yıktırılan Bedesten’in Mahkeme ilamı:

    “Kırşehir’e iki saat mesafede Vaki Karagurt namdiğer KalenderBaba tekyesine irâd-ı mesrut ve Medine-i Meskure’de mevcut olan bir taraflı çarşı ve etraf-ı Selalesi yol ile mahdut 42 kepenkten ve 24 dükkan yerinden mürekkep işbu kargir bedesten müsrif-i hârap olarak hayli vakitten beri kapalı ve ıradsız kaldığından ve içare-i vahide ile isticâre kimsene rağbet etmediğinden ve bedestan-ı mez’unun tamir ve termimi mesarifat-ı külliyeye muhtaç olup hiçbir akçe karşılığı olmadığından ve mezbur bedestenin icar etteyne Tahvili ezhercihat hayırlı ve enfa görüldüğünden…..” (Bu yıkım ilanının belgesi için bkz. Kırşehir Tarihi, Cevat Hakkı Tarım, Kırşehir İl Basımevi,, 1947  s.50-51-52)

[260] Vilayetname-i Hacı Bektaş- Hacı Bektaş Veli’nin Hayatı-2. Kitap emek basım Yayım Evi 1959 Ankara

[261] Sarı Saltuk: “Sarı İsmail”, “Sarı Sultan” söylencelere göre Ahmet Yesevi’nin Türkistan’dan Rumeli’ye (Anadoluya) gönderdiği erenlerin başı olan “Sarı Saltuktur”. Saltuk-Name adlı mankibesi olan bu kişinin çok yaygın ünü olup Alevilerce çok sevilir.

[262] Yunus Emre, Abdülbakı Gölpınarlı, Varlık Yayınları, 1995 s.13

[263] Anadolu Beylikleri ve Akkoyunlu, Karakoyunlu Devletleri, Ord. Prof. Dr. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, TTK Basımevi, 1969 s.215

[264] Yunus Emre, Abdülbaki Gölpınarlı, Varlık Yayınları, 1995 s.9-12

265] Ahi Evran Veli ve Ahilik, Adil Gül Vahaboğlu, Memleket Yayınları, 1991 Ank. s.10

[266] Anadolu’da Aleviler ve Tahtacılar, Prof. Dr. Yusuf Ziya Yörükan, TTK Basımevi, 1998 Ank. s.483

[267]  Destursuz Bağdan Üzüm Yiyenler, Prof. Dr. Mikail Bayram, KÖMEN yay., 1. Baskı, Ekim-2004, Konya

[268]  Destursuz Bağdan Üzüm Yiyenler, Prof. Dr. Mikail Bayram, KÖMEN yay., 1. Baskı, Ekim-2004, Konya s; 104

[269] Anadolu’da Aleviler ve Tahtacılar, Prof. Dr. Yusuf Ziya Yörükan, TTK Basımevi, 1998 Ank. s.481

[270] Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, Robert Mantran, Cem Yayınevi, 1995 İst. c.2 s.382

[271] Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, Robert Mantran, Cem Yayınevi, 1995 İst. c.2 s.382-383

[272] Selçuklu Tarihi,  İbrahim Kafesoğlu,  1992 İst.  s.119

[273] Bu ibret verici yanlış bilgiler için bk. İslami Türk Edebiyatı, Dr. Neclâ Pekolcay, Cağaloğlu Yayınevi, 1967 İst. s.79-90-241

[274] Türk Edebiyatı’nda İlk Mutasavvıflar, Ord. Prof. Dr. Fuat Köprülü, 1981 Ank. S. 266, 268

[275] Gülşehri ve Felek-Name, Sadettin Kocatürk, 2000 Ank. S. 10

[276] Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, Robert Mantran, Cem Yayınevi, 1995 İst. c.2 s.382 – Yazar her ne kadar Yunus için “Dokuz ayrı yerde mezara sahip olmanın onurunu taşımış” diyorsa da Yunus’un Türkiye’de 13, Azerbaycan’da 3 olmak üzere toplam 16 mezarı vardır.

[277] Tarih Heterodoksu ve Babailer Reha Çamuroğlu Metis Yayınları, 1992 İst. s.63

[278] İslam Medeniyeti Tarihi, Prof. Dr. W. Barthold – Prof. Dr. M. Fuat Köprülü, 1984 Ank. s.197

[279] Kırşehir Ansiklopedisi,  Tarih-Coğrafya- Etnografya ve Biyografya Sözlüğü, Cevat Hakkı Tarım, Ocak 1960, Sevinç Matbaası,  Ank.

[280] Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, Prof. Dr. Mustafa Akdağ, Cem Yayınevi, İst. 1995 c.1 s.360

[281] Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, Prof. Dr. Mustafa Akdağ, Cem Yayınevi, İst. 1995 c.1 s.346-347

[282] Cevat Hakkı Tarım Caca Bey Cami giriş kapısındaki kitabelerin altında ve kapı süvesinin üzerine sonradan yerleştirildiği anlaşılan Farsça bir kitabeden “Halktan alınan sahne, tapkur, sabun ve küçe vergilerinin keza keten ekenlere mahsus damga ve aşbazlık namına alınan rüsumların bundan sonra kaldırılıp alınmayacağının” bildirildiğini duyururken haklı olarak o dönemde Kırşehir’de sabun imal edildiğini, Caca Bey Vakfiyesinde geçen “Ketenciler Sokağı”ıda düşünülürse sözü edilen dönemde ketenciliğin Kırşehir’de bir hayli cazip olduğunun anlaşıldığına işaret etmektedir (Kırşehir Tarihi, Cevat Hakkı Tarım, Kırşehir İl Basımevi,, 1947 s.61-62).

[283] Osmanlı’nın Yükselişi ve Çöküşü,  Nejdet Sevinç, 5. Baskı, Hamle Yayınları,,  s.131-150

[284] Osmanlı’nın Yükselişi ve Çöküşü,  Nejdet Sevinç, 5. Baskı, Hamle Yayınları,,  s.216-217